Ulusça, bir ateş çemberinden geçiyoruz. Dayanmanın tek yolu var: Acıları oyuna dönüştürmek
Üniversitede "tuhaf bir arkadaşım vardı. Geceleri toprağa uzanıp yıldızları gözlemeye ve uzaylıları beklemeye bayılırdı.
Bir gün, uzun zamandır kuşkulandığı şeyi açmıştı bana, zor bir sır verircesine:
Birilerinin kendisiyle "hayat" adını verdikleri bir oyun oynadıklarını düşünüyordu. Öyle ki yaşadığımız herşey bu yanılsama için özel olarak düzenlenmişti. Mesela kendisine gösterilenden tamamen başka bir dış dünya olduğuna inanıyordu. Pencereden bakınca dışarıda gördüklerinin, perdeyi çektiği andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındaydı. Sanki "yukarıdakiler," O'nunla oynamak için "dışarı"yı öyle tanzim ediyorlar, O perdeyi çekince de kıs kıs gülerek içeri bakıyor, O'nu izliyorlardı.
Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyor, adeta kendisiyle oyun ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor. oynayanları faka bastırmaya çalışıyordu.
Bir süre sonra perdelerini açmaz oldu. Ya bu "oyun"a ortak olmamak için ya da tersine, kendini tamamen bu oyunun büyüsüne kaptırdığından...
O'na bunun bir yanılsama olduğunu anlatmaya çalıştığımızda "Ne biliyorsunuz ki..." diyordu, "...aynı oyunu size de oynuyorlar."
Zamanla bu "yanılsama"yı hayata karşı bir mevziye dönüştürdü.
Biz "dışarıda" ufalanırken, O içerde ayakta kalmayı başardı.
"Hayat Güzeldir" filmini izleyince, başroldeki çocuğu O'na benzettim.
Son yılların bu en güzel politik filmi, savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü anlatıyor. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için herşeyi bir oyun gibi sunuyor. Oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank 'için bütün bu eziyetlere katlanması gerektiğini telkin ediyor.
Zavallı küçük, bu yalanı merhem yapıp sürüyor yaralarına... Puanlarla doyuruyor karnını...
Ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor.
Geçen hafta, ulusça bir ateş çemberinin içinden geçtiğimiz günlerden bir gün, sıradan bir eve konuk olduk. Televizyondan odaya, vahşi bir yangının kül ettiği insanların görüntüleriyle geride bıraktıklarının feryatları taşıyordu. Konuğu olduğumuz ailenin reisi belki bunlara dayanamadığından, belki öbür kanalda başlayan "oyun"u kaçırmamam kaygısıyla "zapladı hayatı" ve "oyun"a döndü.
Kandırılmış küçük bir çocuk gibi, öbür kanalda tutuşan hayatı unutup bize büyük hediyeyi kazandıracak puanların peşine düştük birden...
Unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazıldı hanemize...
En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlardı.. Sonunda "tank gibi" bir arabayla ödüllendirildiler.
Kaçacak, sığınacak başka neresi vardı ki?
Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız, düş gücü dışında gücümüz kalmamıştı ki...
Bize gösterilen bu rengârenk dünyanın gerçek olmadığını, ama asıl hayatın bu olduğuna inanmamızı isteyenlerin "yukarıdan," "camın dışından" kıs kıs gülerek bizi izlediklerini, aniden perdeye sarılıp çekiversek bambaşka bir dünyayla karşılaşabileceğimizi bilenler vardı aramızda...
Ama bunu bilmek, sadece daha çok acı çekmeye yarıyordu.
Oysa ustalık, acıları oyuna dönüştürebilmekteydi...
Oyun gruplarına ayrılıp, unutma yarışma girdik.
Artık lotoya, totoya, ufoya inananlarımız, camiye, partiye, kahveye sığınanlarımız, güzel yarınları, ahiret gününü, beyaz atlı prensi, mesihi, büyük ikramiyeyi bekleyenlerimiz, hepimiz yanılsamalara tutunarak katlanıyoruz hayata...
Bu oyunda gönüllü rol alıyoruz.
Hapishanemizin duvarlarını boyuyoruz.
"Perdelerimizi çekip" gözümüzü cama dikerek oyuna katılıyoruz gece boyunca... Acıları unutarak puan toplamaya çalışıyoruz.
Puanlar tamam olduğunda ödülümüz bir tank olacak: biliyoruz.
"Yukarıdakiler," bu kahredici hayatı, neşeli bir oyun olarak yutturmanın keyfiyle camın dışından bakıp nanik yapıyorlar.
Durumu sezsek de ses etmiyoruz.
Ses edenlerin başına gelenleri gördüğümüzden. "Hayat güzeldir" diyoruz ve biz de oynuyoruz.
Edited by gülün&gülü, 04.11.2007 - 21:23.