Şiir içiyorum yıldızlı gecelerin koynunda
Kadehe sarhoş geceler dolduruyorum
Sabahların başı ağrıyor hep...
İçime çekiyorum sevdasını üzümün
Yavaş yavaş dolaşıyor, damarlarıma karışıyor
Nefesim hızlanıyor
Biliyorum...Beni hep bu düşünce sarhoş ediyor...
"Aşk"
Kendime geldiğimde soğuk bir zemin üzerinde çırılçıplak uzanıyordum. Beton, ısınmak için vücudumdan ısı çekiyordu ama gittikçe içimi kaplayan bir uyarı ile buna karşı koymaya çalışıyordum. Uzun bir düşüş olmuştu sanki. Her tarafım sızlıyordu.
Yorgunluk aklımdan nehir gibi bedenime yol alıyordu. Kararsız bir iç sıkıntısı yüreğimi kapladı. Nedenini bilmediğim anlamsız bir sıkıntı... Oysa burada güvendeydim. Ne bir tehdit vardı ne de mücadele etmek zorunda kaldığım herhangi bir durum...
Dışarıda özgürce dolaşmayı, hep birşeyler için varolmayı seviyordum. Ama ne olduysa oldu bu soğuk izbe karanlığa düşüvermiştim.
İçimde oluşan boşluğu doldurmak için seçtiğim yöntem, daha büyük bir boşluk ve acı vererek kaybolmuştu. Ve o kadar ciddiye aldığım herşey bir anda bütün anlamını yitirmişti. Hiçbirşeyi artık o kadar ciddiye alamayacaktım, geri dönersem... Her düşünce mızrak gibi saplanıyordu kalbime ve ağırlığı altında ezilmeye başladım. Ne kadar olduğu kestiremediğim bir süre hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Uğraştıkça daha fazla düşündüm, her seferinde diğerinden daha fazla canım yandı. Zaman kavramını kaybettirecek kadar uzun süredir bu hücredeydim. Kendi kendime girdiğim bu hücre artık bedenimdeki bir uzuvdan farksız olmuştum durağanlıktan dolayı. Odanın kapısı açıktı, pencereden her an içeri ışık sızıyordu. İçeride zorla tutulmuyordum. İstesem istediğim an çıkıp gidebilirdim. Duvarda bir takvim vardı, üzerinde kırmızı kalemle işaretlenmişti birgün. Yanına ufak bir yazıyla not düşülmüştü. “ Shinkoo* ”
Aslında günün birinde çıkmıştım hücreden. Sırf nerede olduğumu anlamak için. Çıktığımda ise bir ormanla karşılaşmıştım. Saçları dağınık birisini andırıyordu. Dalların arasından damla damla sızan ay ışığı vardı. Olduğum yerde bir süre kalakalmıştım. Derin bir sessizlik hakimdi ormana. Ve o gece müthiş bir fırtına kopmuştu sessizliğin hemen ardından. Ağaçların dalları yere değecek kadar eğilmişti selamlar gibi beni. Büyük bir gürültü üzerimden uçup gitmişti. Ve birden yere yığılmıştım, bayılmıştım. Sabaha karşı kendimi bu gizemden kurtararak (kendime gelerek) hücreme geri dömüştüm. Bu ilk ve son çıkışım olmuştu hücremden...
Şu an hücrede başka birisinin varlığını hissettim ama görünürde kimse yoktu. Hücre yine yanlız, yine sessizdi.
Zamanla, “zamanında nerede olduğum, /nereden geldiğim” gibi cevaplar aklımdan uçmaya başlamıştı. Üstelik çok güvendiğim aklım bana böyle bir oyunu nasıl oynayabilirdi? Sanki kimliğime yeni bir kimlik ekleniyor gibiydi.. Sarhoş gecelerden geride kalan sabah ki baş ağrıları, sevgilerin ardından kalan yanlızlık. İşte şimdi hücredeyiz.
Hücremdeki uzun gecelerimde kendimden önce yaşayanları düşündüm durdum ve hücrelerinde yalnız kalanları...Bir insanın çocuğuna bıraktığı değişmez miras genleridir ve çocuğununda çocuğuna bıraktığı yine aynı genlerin farklı dizilimleridir ama onlar aynı genlerdir, kimi çekinik kimi baskın...Demek ki önceden de bu karmaşaları yaşayanlar oldu, demek aynı çıkmaz sokaklarda farklı insanlarda bekledi o hiç gelmeyen treni. Ve her biri kendini farklı sokaklara attılar özgür irade denen şey bu mu?
Bu aklımdaki ses hiç olmadık zamanlarda gelir giderdi. Canım yandı yine...Hiçbirşey düşünmemeliydim.
Artık bu can yangısı öyle durum almıştı ki diğerinden daha güçlü acı veriyordu. Bir yönüyle bunlarda bir nevi alışkanlığa dönmüştü. Tıpkı yaşamak, sevişmek ve sevginin ilerleyen zamanları gibi...
Hücrede birisinin varlığını daha yakından hissetmeye başladım. Etrafıma baktım...Rüzgar doldu içeriye toz bulutunu havalandırdı ve odanın içinde bir nesneye çarpıp tozlar dağıldı. Orada bir şey vardı...
- Kimsin, nesin? dedim
Cevap alamadım ama üzerimde bir ağırlık hissettim...Ayak sesleri yaklaşmaya başladı, hiçbir yere kaçamıyordum olduğum yerde çakılı kaldım. Duvarda asılı olan takvimde işaretlenen gün parlamaya başladı.
Takvimde o gün işaretlendiği anda birşeylerin değişeceğini sezinlemiştim. Hücre bazen insan sesleriyle doluyordu bazen denizin sahile hafif dokunuşu sesi ile dinginleşiyordu..Ve her olan biteni ciddiye almamakta rahatlatmıştı hatta içinde bulunduğum durumu da ciddiye alamıyordum.
İçeride bulunan diğer varlığın konuşmaya niyeti yoktu ve sadece karşıma geçip durdu derin gözlerinden hançer gibi saplanan bakışı belli oluyordu..
Kendi kendime durumun analizini yapmaya çalıştım, çözemediği bir problem karşısında bir ilkokul çocuğunun yaptığı gibi..
- Hücredeyim...Her yer beni üşütmeyen bir soğukla kaplı ve karşımda duran bir şey var...Sen de mi ben istediğim için buradasın?...Sanmam...Böyle birşey istediğimi hatırlamıyorum...Git desem gider mi acaba?...Sen kimsin ?!
Yine cevap alamadım. Gece hücrenin içine yavaşça sokulmaya başladı. İçerideki hava dışarı doğru akmaya başladı ve içerinin havası boğulmaya başladı. Hafif bir ürperti ile içim titremeye başladı ve birden hücre var gücü ile sarsıldı. Duvarlarda hafif çatlaklar oluşmaya başladı ve sanki dışarıdaki ormana alev değmiş gibi bir anda kül olduğunu gördüm pencereden. Ürkmüştüm yerimden doğrulmaya çalıştım zorlukla, birazda başardım aslında. Ama birden yeni bir hareket oldu ve sanki hareketsiz gibi duran o varlık birden geldi ve kafamı olanca gücü ile iterek yerime oturttu. Bu tepki karşısında hem sinirlenmiştim hem de sinikleşmişti hücrenin kapısından koşup kaçma düşüncesi. Bu sefer hiddetlenerek bağırmıştım.
- Kimsin sen ?!!
Sadece karşımda dikiliyordu ve sanki odadan dışarı çıkmamı engellemek için gelmişti. Durumu süzemiyordum bile. Geriye doğru çekildim ve duvarın dibinde dizlerimi göğüsüme çekerek oturmaya başladım. Öfkemden kalp atışlarımı kulaklarımda duyuyordum. Bu arada korkunç bir uğultu odanın üzerinde yankılandı kulaklarımı tıkadım. Sinirle çarpan kalbim bu sefer korku ile çarpmaya başladı. Ve odanın ortasına gelip tekrar dizlerimi göğüsüme çekerek oturmaya başladım. Dışarıya bakmaya da korkuyordum.
Böyle ne kadar zaman geçti bilinmez ama o zaman boyunca odanın içinde kah dolaşıyor kah odanın kapından dışarıya bakacak oluyordum ama bir şekilde ya o adam tarafından yerime oturtuluyor ya da içeriye süzülen bir korku sonrası yere yığılıp kalıyordum, galiba bayılıyordum. Olduğum yerde bir ileri bir geri yürümeye başlamıştım. Bazen canım sıkldığından duvarları tekmeliyor bazen de bir ses duyuyordum sanki bir melek uzaklarda şarkı söylüyor gibi bir name dökülüyordu odaya o zaman odanın yukarıda olan penceresine doğru sıçramaya çalışıyordum görebilmek için ama olduğum yerden hiçbir şeyi göremiyordum.
Bazen odanın içinde tok bir ses dolaşıyordu. O sesin özgüvenli, güçlü ve güven verici bir hali vardı. O sesi duyduğum zaman odada beraber bulunduğum adamı bile yenebileceğime dair bir cesaret buluyordum. Bu iki ses nereden geliyordu?
Böyle bir müddet daha geçti zaman. Günlerden bir gün odanın içindeki adam kolumdan tuttu olduğum yerde beni doğrultu konuşmadığı için ne yaptığını sormamın gereksiz olduğunu anladım. Ama mücadelede etmiyordum. Kendimi tamamen bırakmıştım. Gözlerimi sımsıkı kapadım sanki süpriz bir partiye giden doğum günü çocuğu gibi. Sonra bir yerde durduk. Bana gözlerimi açmamı söyledi. Bende açtım kocaman bir ışık hüzmesinin karşısında duruyorduk. Öyle ki gözlerim kamaştı. Cevap vermeyeceğini zannederek gayri ihtiyari adama sordum.
- Neden buradayız?
Ve ilk defa beni yanıtladı.
- Artık senin gitme vaktin geldi.
- Nasıl yani dedim daha önce gitmeye çalışırken engelliyordum şimdi kendi ellerinle beni kapı dışarı ediyorsun hem ben alıştım odama gitmek istemiyorum geri döneceğim... dedim huysuzlanarak. Sonra o cevap alamadığım soruyu konuşmaya başladığına güvenerek cevap alabilirim belki diye tekrar sordum...Hem kimsin sen?
Durdu ve bana dönerek dedi ki
- Ben senin için edilen duayım. Yani senin duanım.
Sonra kollarımdan tutup beni ışığa doğru fırlattı. Hemde öyle güçlü öyle hızlı fırlattı ki uçmaya başladım. Sonra hatırladığım bir suyun içine düştüm. Birisi kollarımdan tutup beni yukarı doğru kaldırmaya başladı ve suyun içinden çıkarttı. Ne konuşabiliyordum, ne de dengeli bir şekilde ayakta durabiliyordum. Devler ülkesinde bir cüce gibiydim. Beni hemen bir battaniye ile sardılar sonra bir çok insan beni kucağına almış gibi geldi bana. En son beni birisinin yanına götürdüler...Allahım bu ses...Bu ses.. Bir dakika bu o meleğin sesi değil mi? Gözlerimi açtım, göz göze geldik. Allahım nasıl bir varlık ki içim huzurla doldu birden, gülümsedim, başımı göğüsüne yasladım. Ve kulağıma başka bir ses geldi bu da o tok ses içim bu seferde güvenle doldu. Sanki yüksek dağların bile tepesinden bir sıçrama ile geçebilecek gibi güçlü hissettim kendimi..Sonra çok fena yorulduğumu hissettim bu huzur ve güven içinde rahatlıkla uyuyabilirdim artık.
..
..
..
- Kaç sefer erken gelmeye kalktı. Çok şükür zamanında doğdu en sonunda.
Odaya giren doktor doğumun başarı geçtiğini ve kilosunun normal olduğunu söyledi ve tebrik ederek çıktı, içeriden gelen bir diğer çığlığa doğru...
Aslında bu tam bir “ Shinkoo* ” değildi ve beni kürtajla aldırmak istedikleri zamanı atlatarak doğuma kadar bana sabredebilmişlerdi. Teşekkürler.....
( Hiçbirimiz bu dünyaya isteyerek gelmedik elbette ve hatta kimimiz gelemedik kimimiz geldik ve daha sonra koşarak kaçtık buradan ama geldiğimiz dünyada bizim gelmemizi isteyenler vardı onun için geldik biz bu dünyaya...Canın çok fazla sıkılacak olursa ve içinden çıkamadığın problemleri yaşıyorsan, tüm dikkatini ufak bir çocuğa ver, onu dikkatle dinle ve ona dikkatli sorular sor, onunla oyunlar oyna sanki dünyada seni bekleyen herhangi bir sıkıntı yokmuş gibi...Ve o, tekrar o enerjiyi içine dolduracaktır..)
*Shinkoo /Shinkoo suru : İnanmak (japonca)
"ATIK HÜCRE"
Edited by BAKIMSIZ DEVE, 12.09.2008 - 19:18.