Değerli arkadaşlarım,
Sizlerle,İslam,sol,sağ,adalet...vb. konularında,farklı açılımlar dile getiren bir dizi yazıyı alıntılayarak paylaşmak,görüş ve yorumlarınızı öğrenmek istiyorum.Bana çok ilginç geldi doğrusu.Gerçi sizlerde okuyunca göreceksiniz ama alıntının birinde geçen "Cuma namazından sonra el ele genel greve" sloganı,alıntıların ilginçliği konusunda sizleri bir fikir sahibi yapmıştır.
İnsani değerleri,insanca yaşama dair her türlü hak ve kazanımları kemirgen misali tırtıklayan,kısıtlayan,gasp eden,faşist ve emperyalist düzene karşı mücadelede; Kılık kıyafetinden,dini,dili,ırkı,mezhebinden,siyasi görüşünden,inanç veya inançsızlığından dolayı mağdur edilen,hayatları zehir edilen,şiddete uğrayan,öldürülüp katledilen insanlarımızla,her türlü olumsuz koşullarda emeğini satarak yaşama savaşaı veren,işlerinden atılan,işyerlerinde yine aynı sebeplerle her türlü haksızlıklara uğrayan insanlarımız,el ele kol kola berbaer yürüyüp,kurulu faşist,emperyalist düzene karşı birleştiğinde,işte o zaman zafer bizlerin olacak,kurulu düzen düzenbazları kuyruklarını sıkıştıracakları yeri görecekleridr.Hiç de ütopik bir düşünceye kapıldığımı zannetmiyorum.Başı kapalı kardeşimin, "el ele genel greve"; elleri nasır bağlamış emekçi kardeşimin "üniversitede kılık kıyafet kısıtlamasına hayır" diyebileceğini söylemek ütopik bir yaklaşım değil.Bu başarılamadığı sürece,alıntıdaki yazarın dediği gibi "Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeylerimiz" varsa, bundan sonraki yıllarda Mustafa Karaduman'ın 3 karısını, Boydak'ın uçağını, Fatih Saraç'ın villasını, Ömer Çelik'in misafirlerine ikram ettiği iyi dinlendirilmiş Toscana şarabını konuşmaya devam ederiz. Başka da bi cacık olmaz bizden."
Sizleri alıntılarla baş başa bırakırken,değerli yorum ve düşüncelerinizi paylaşmanızı rica ediyorum.
İsyan Ve Dayanışmayla
ALINTI 1
Yaşasın Allah Rızası İçin Sınıf Bilinci
Tekbir Giyim'in ikide birde "dindarlar adına söz almaya çabalayan" patronu Mustafa Karaduman'ın da sakalı var, Das Kapital'in yazarı Marx'ın da. Karaduman tüccar, Marx filozof. Karaduman pek az bilgi ve donanıma sahip; Marx ise dünyayı değiştirecek kadarına! Bunlar, burada bir dursun. Son 10 yıldır, hani şu meşum 28 Şubat sürecinden beri, alt-orta sınıf dindar kesimdeki değişim, önümüzdeki yıllarda bütün ülkeyi etkisi altına alacak bir "yeni durum"un habercisi. O durumun adı "Protestan ahlaklı yeni nesil dindarlık"tır. Yani "hayata dahil ve dair bir din" algısı yerine "gökyüzüne dahil ve dair bir din algısı" söz konusu olacaktır önümüzdeki dönemde. Bütün alametler belirmiştir ve proje işlemektedir.
Derdimi biraz daha açayım. Kapitalizm ve küresel tüketim düzeni, bir türlü doymak bilmeyen bir canavar gibi, her daim yeni tüketicilere ihtiyaç duymaktadır. Ve küresel tüketim düzeni, pazarı genişletmenin yatay olarak mümkün olmadığı durumlarda "dikey ataklar" gerçekleştirir. Yani tüketicilere "yeni ihtiyaçlar" kodlar. Hayatında "kutsal olana, ilahi olana" yer veren kitle, kapitalizm için "en zor alan" olarak tanımlanabilir. Zira, bu kitlenin "ihtiyaç" tanımını "yaratıcı" ve "kutsal kitap" yapar. "Size Allah ve Resulü yeter" ya da "üstünlük ancak takva iledir" emirlerinin karşısında gardı düşer küresel tüketim mekanizmasının. Yeni yeni yollar icat etmek zorunda kalır. "Müslüman her şeyin en iyisine layıktır" fetvasını "en pahalı arabaya binme", "milyon dolarlık villada oturma" hakkı olarak algılayan sersem zihinlerin ortalığı kaplaması boşuna değildir.
İşi biraz geriye götürelim. Türkiye'deki geleneksel "Moskof" korkusu, ülkenin dindarlarını ne yazık ki "sağ"a bitiştirmiştir. "Komünizm eşittir dinsizlik" algısı, İslamcıları bir çeşit "muhafazakar sağcı" haline getirmiştir. Bunda güdük Türk solunun her daim Rusya'dan ve batıcı sosyalizmden medet uman hödük algısı da etkilidir; cemaat liderlerinin, kanaat önderlerinin sağ partilerle giriştiği oy pazarlıkları da... Bugün bile "Kuran kursumuza arsa verecekler, bilmem nerde okul yapmamıza izin verecekler, şu kadar adamımızı vekil seçecekler" gibi "maddi" sebeplerle benzer pazarlıklar yürütülmektedir. Erkan Mumcu'nun kendini batırdığı son deme kadar Gülen cemaatinden medet umması boşuna değildir anlayacağınız. "Türkiye İslamcılarının siyasi makes"i olma iddiasıyla ortaya çıkan Milli Görüş çizgisi de bu anlamda muhafazakar sağcılıktan o ya da bu şekilde nasibini almıştır. Nevzat Yalçıntaş, Nazlı Ilıcak, Cemil Çiçek gibi isimlerin Milli Görüş partilerindeki varlıklarını başka nasıl izah edebiliriz? Hele hele İhlas çevresi, Süleymancılar, pek çok Nurcu fraksiyon, çeşitli Nakşi dergahları, Haydar Baş cemaati falan kavramın tam ve gerçek anlamıyla "sağcılıkla yaralı"dır.
"Sağcılıkla yaralı" zihin, bir süre sonra yaşadığımız yüzyılın bam teli mesabesindeki "sosyal adalet" kavramını da bir "sağcı" gibi algılamaya başlar. Ekranda söyleşi yapılan başörtülü kızın çantasının 1.000 YTL, eşarbının 400 YTL olması değildir burada söz konusu olan. O kızın bu rakamları söylerkenki rahatlığıdır. Türk sağcılığı insana bu rahatlığı sağlar. (Burada Süleyman Çobanoğlu'nun kastettiği anlamıyla "sağcılık"tan değil, kapitalizmin ilkelerini dibine kadar özümsemiş "sağ siyaset algısı"ndan bahsediyorum. İlki, çok değerli bir "vatan sevgisini"; ikincisi "iğrençliği" kodlar.) Hadi şunun adını koyalım. Son yıllarda bir dip dalgaya dönüşen "yeşil sermaye, İslamcı sosyete, Tekbir Giyim, just Rabia" falan gibi meseleler "İslamcı alt-orta sınıf"ın "kanaatkar" varoluşunu ortadan kaldırmaya yönelik olarak faaliyet göstermektedir. Kitleler ısrar ve inatla "tüketici" haline getirilmeye çalışılmaktadır. Dahası "yeşil sermaye" artık, tam bir "komprodor burjuvazi" refleksiyle mukayyettir. Alt-orta sınıfı ise "nasıl yırtarım" cümlesinin peşindedir.
İşte tam da bu noktada Türkiye'deki oyunun farkında olan alt-orta sınıf İslamcıların çıkış noktası "sınıf bilinci"ne sahip olmak olabilir. Zira en genel anlamda "bireyin kendi sınıfının ilgi ve çıkarları ile sınıfsal kimliğinin farkında olması" olarak tanımlanabilecek "sınıf bilinci" İslamcılara bu çürümüş düzene "artık yeter" diyerek haykırma şansı verebilir.
Akşam yemeğini "Paper-moon" da yiyen İslamcı patronlarla, ayda 500 liraya günde 12 saat o patronun işyerinde çalışan İslamcı işçinin "üstünlük belirteci" artık takva değil maddi kazançtır abiler. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Artık "ne kadar da ihlaslı bir genç", "muttaki bir arkadaşımız" falan gibi cümleler taca çıkmıştır. İslamcıların sermaye ile kurduğu ilişki, Hazreti Ebubekir geleneğinden Keynesyen geleneğe dönüşmüştür çünkü. Son derece mahir bir tüccar olan Hazreti Ebubekir, bütün mal varlığını tam 8 kez Allah yolunda infak etmiştir. Keynes ise "mademki söz konusu sadece bu an ve bu dünyadır; her türlü kazanç mubahtır; kimseyle paylaşmanın alemi de yoktur" fetvasını veren adamdır.
İslamcı üst sınıfla İslamcı alt-orta sınıfın arası giderek açılmaktadır. 90'ların başında "her an ulaşılabilir, her dem öğrenci evlerine çağrılabilir" esnaf ağabeyler; korumalı-şoförlü patronlara dönüşmüşlerdir. Artık o abilerin kendi gettoları, kendi semtleri, kendi lokantaları, kendi berberleri vardır. Arada bir verdikleri üç kuruş zekatlar, reklam karşılığı yaptıkları dernek bağışları falan; bu abilerin İslam'da esasen mündemiç olan "sosyal adalet" kavramından ışık hızıyla uzaklaştıkları gerçeğini değiştirmez.
Sağcılık demiştim. Bütün bunlar, sağcılıkla aynı yatakta yatmanın yan etkileridir. Ve bana kalırsa Türk İslamcılarını "eritmeye" yönelik sağcılıktansa, modern tanımlarını sosyalizmde bulmuş "sosyal adaletçilik" duygusu çok daha önemli bir "ayakta kalma" unsuru olabilir İslamcılar için.
Doktor Kıvılcımlı'nın, Kemal Tahir'in, Sadun Aren'in hayatını vakfettiği "yerli sol"a yakınlaşan, bu sol algının verili alanından beslenen özgün bir "İslamcı sol" hareket, İslamcıların önünde taş gibi bir seçenek olarak durmaktadır bana kalırsa. Ebu Zerr'in, Ammar'ın, Hazret-i Ebubekir'in, İmam Ali'nin hayatından süzülen bir "İslamcı sol" hareketi tartışmak, önümüzde yeni ufuklar açabilir. Güney Amerika'da büyük başarılar elde eden "sosyalist rahipler birliği"nin deneyimlerine bakmak, içine sıkışıp kaldığımız bu "adaletsiz düzen"e yeni bir şeyler önerebilir. Ali Şeriati, Roger Garaudy, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve benzerlerinin yazdıklarına müracaat ederek buradan yeni bir tartışma başlatmak heyecan yaratabilir.
"İşçinizin hakkını alın teri kurumadan verin" diyen bir Peygambere sahip olmak, en büyük avantajımızdır. Ganimet paylaşılırken mal derdine düşenlere "size Allah'ın Resulü yeter" diyen bir elçinin izinden yürümek en büyük avantajımızdır.
Biliyorum. Bunları okuyunca "İslam dini, başka hiçbir ideolojiye ihtiyaç duymaz" diyecekler olacak, "Komünizm dinsizliktir" sakızını çiğneyenler çıkacak. O zaman netleştirelim. Ben "İslamcı hareket başka bir ideolojinin kucağına otursun" demiyorum. Sadece "aşağılık bir ideoloji olarak kapitalizmin kucağına zaten oturmuş" İslamcı sermayeye karşı, İslam'da esasen var olan sosyal adaletçi düzeni savunalım, derneklerimizle, sendikalarımızla, dergilerimizle bu anlayışı kurumsallaştıralım" diyorum. "Bunu yaparken sosyalizmin metinlerinden, birikimlerinden, önerilerinden faydalanalım" diyorum.
"Namazımı da kılarım, defilemi de yaparım; zekatımı da veririm işçimin hakkını da yerim" diyenlere inat "Cuma namazından sonra el ele genel greve" diyorum. Aksi takdirde hepimiz "modern dünyanın taze tüketicileri olarak oruçlarını ıstakozla açan gerzek"lere dönüşeceğiz. Kapitalizm kazanacak savaşı.
Sezai Karakoç "İslam en büyük savaşına hazırlanıyor" derken, İsmet Özel "gavura kılıç çekene Türk denir" derken neyi kastediyorsa, ben de aynını kastetmeye çalışıyorum. "Yaşasın Allah rızası için sınıf bilinci" cümlesinin "bize Müslümanlardan derler" cümlesiyle aynı olduğunu savunuyorum. "Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeylerimiz" varsa, bundan sonraki yıllarda Mustafa Karaduman'ın 3 karısını, Boydak'ın uçağını, Fatih Saraç'ın villasını, Ömer Çelik'in misafirlerine ikram ettiği iyi dinlendirilmiş Toscana şarabını konuşmaya devam ederiz. Başka da bi cacık olmaz bizden.
İsmail KILIÇARSLAN
www.gercekhayat.com[/b]
ALINTI 2
AHMET ÖZ Sınıf Bilinci Müslüman'nın Ne "işi" ne Yarar?
1857'de, Brüksel'de toplanan Birinci İyiliksevenler Kongresi'nde, Lille yakınlarındaki Marquette'in en zengin fabrikatörlerinden Bay Scrive, Kongre üyelerinin alkışları arasında, yerine getirilmiş bir ödevin soylu sevinci içinde şunları anlatıyordu: "Çocuklar için bir takım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylemesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara; eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli 12 saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar."
Paul Lafargue
Bu dünyada yaşamını sürdürebilmek için hep başkaları hesabına çalışmak zorunda olanlar, yani emeğini satanlar (proletarya) için hiç şüphesiz çarpıcı ve düşündürücü bir ifade yukarıdaki. Acaba günümüzden 150 yıl öncesine ait bu durum çok mu gerilerde kaldı? Hiç sanmıyorum.Bizler, hepimiz modern-kapitalist bir toplumda yaşıyoruz. Tepeden tırnağa siyasetle çatılmış, siyasal bir toplumda, yani sınıflı bir toplumda... adı Türkiye Cumhuriyeti.
Ve yaşamak için bir "iş" yapıyoruz, çalışıyoruz. Ve hepimiz karnımızı doyurabilmek için sofralarımızda yemek yiyoruz, inançlarımızı değil! Hal böyleyse ve "Gerçekler inatçıdır, açlık beklemez," diyen Lenin haklıysa, önce maddi hayatımızı düzenlemek ve düzeltmek zorundayız demektir. Çünkü inançlarımız pazarlık konusu değil!
Bize, yegâne gıdamızın inançlarımız ve manevi değerlerimiz olduğunu salık verenler ilk fırsatta pazarlık masalarında maddi şeyler uğrana defalarca sattılar inançlarımızı, sağdan soldan... Sanki inançlarına sahip çıkamayacak kadar çaresiz ve kifayetsiz insanlarmışızcasına bön bön yüzlerine bakıp sonraki seçimlerde yenilerine oy verdik. Artık siyaseti sadece oy vermekle eş anlamlı gören yaklaşımlardan kopmak, anayasal, yasal, ahlaki ve siyasal prosedürlerin gereklerini yerine getirerek, siyaseti demokratikleştirmek ve gerçek zeminine taşımak, sınıfsal çıkarların mücadele alanı haline getirmek zorundayız. Çünkü inançlarımız pazarlık konusu değil!
İşte tam da bu nedenlerle, yani demokratik toplumlarda inançlar pazarlık ve mücadele konusu olamayacağı ve modern-kapitalist toplumlarda iktidar sınıfsal olduğu ve başat çatışma burjuvazi ve proletarya, yani emeğini satan mülksüzlerle mülk sahibi burjuvalar arasında cereyan ettiği içindir ki, her Müslüman bu siyasal mücadele biçimlerinin teorik ve pratik tüm araçlarıyla kendisini donatmak zorundadır. Mülk sahipleri, yani burjuvazi ve müttefikleri, iktidarlarını ve çıkarlarını daimileştirme adına iktisadi, siyasi, hukuki, dini, ailevi ve eğitimsel her türden aracı kullanarak (tümünü de araçsallaştırarak) ve siyasi müttefiklerine kullandırarak, bize içinde yaşadığımız insansız ve adaletsiz dünyanın doğal ve adil olduğunu, bundan daha iyi bir hayatın ne geçmişte ne de gelecekte var olamayacağını, dolayısıyla kanaat etmemiz gerektiğini ezberletip duruyorlar. Evde, okulda, kışlada, iş yerlerinde, televizyonlarda, sinemalarda, gazetelerde, sokaklarda, köprülerde, ışıklı panolarda, bilbordlarda, üniversitelerde, siyasi partilerde, giysilerde ve yemeklerde, hâsılı her yerde hep aynı ideoloji, kapitalist tüketim toplumu ideolojisi... Hiç durmaksızın beynimize, bilincimize boca ediliyor. Ne kendi hayatımızda ne yanımızda yöremizde ne komşumuzda ne de uzak coğrafyalarda olan bitenler bizi ilgilendiriyor. Felçli bir toplumuz adeta.
Bu gidişe dur diyebilmek, kendi öz çıkarlarımızın, hayatlarımızın ve inançlarımızın sahibi olabilmek için sınıfsal konumumuzu ayırt etmek, çıkarları bizimkiyle aynı toplumsal kesimler ve bireylerle bir araya gelerek örgütlenmek ve haklarımızı örgütlü bir biçimde talep etmek, savunmak zorundayız. Bu neye mal olursa olsun. Ve elbette ki siyaseti de aşağıdan yukarıya biçimlendirmek zorundayız... Bezirgânlar tarafından güdülen bir sürünün akıbetine maruz kalmamak, uçuruma yuvarlanmamak için...
İşte sınıf bilinci ve ona bağlı pratikler buna yarar! Allah selamet versin...[/color]
ALINTI 3
[b]İslam’ın Sol Yorumuna Duyulan İhtiyaç
Cum, 28/07/2006 - 09:29 — Tuncay Karakaş
[color="#000000"]Bilindiği üzere “sol” kavramı fakirlerin, sömürülenlerin hakkını savunan, baskıcı yönetimlere karşı alternatif olarak ortaya çıkan fikri ve siyasi oluşumları ifade eder. “Sağ” kavramı ise var olan statükoyu korumayı kaygı edinen, kapitalist eğilimli, tüketim üzerine kurulu fikri ve siyasi oluşumları ifade eder.
Ne yazık ki ülkemizde “sol” kavramı “dinsizlik” ile “sağ” kavramı da “inanç” ile klasik koşullanma yoluyla özdeşleştirilmiştir. Böylece İslamcılar sol söylemlere kulaklarını tıkamış, “din elden gitmesin” diye sağ söylemlere sığınmışlardır. Dine karşı olduğunu savunan birçok topluluk da bunu ifade etmek için kendilerini solcu olarak nitelendirmişlerdir.
Ne var ki İslam mesajı, her ne kadar İslam dinini bir kavramın süzgecinden geçirerek okumak yanlış ise de, sosyal adaleti savunarak ezilenleri koruması ve büyük bir devrim gerçekleştirerek zengin fakir arasındaki farklılaşmayı ortadan kaldırması açısından daha çok sol kavramına yakın bir mesajdır.
Tarihte sosyal adalet temelli tek devleti kuran ve sahip olduğu değerler sistemiyle zengin ve fakir arasındaki farklılaşmayı ortadan kaldıran siyasi yapının ilham kaynağı İslam dinidir. Zira Hz. Ömer döneminde zekât verilecek kimse bulunamaması bilinen tarihi bir gerçekliktir.
İslam dini sahip olduğu inanç, bilgi ve mülkiyet değerleri açısından her şeyi göreceleştiren dinamik bir yapıdır.
Tek hükmeden Allah’tır, o halde hiçbir hükmedenin hükümranlığı mutlak değildir.
Tek bilen Allah’tır. O halde hiçbir bilenin bilgisi mutlak değildir.
Mülkün tek sahibi Allah’tır. O halde hiçbir mülk kullanım dışında kimseye ait değildir.
Günümüzde birçok aydın mutlakıyetçi önyargılarından ötürü, İslam’ın mutlakıyetçi olduğunu ileri sürmektedir. Oysaki İslam dini bireysel özgürlüklerin ve hoş görünün had safhada olduğu bir toplumsal yapı öngörmektedir. 10. yy İslam medeniyetinin yapısı incelendiğinde bu yapıyı açıkça görmek mümkündür.
Günümüz İslam dünyasındaki siyasal yapı içler acısıdır. Dini sömürü ile iktidara gelenler kendi menfaatleri dışında hiçbir değeri kaygı edinmemektedirler. Bir taraftan yakın çevrelerindeki muhafazakârlara devlet kaymağından tattırırlarken diğer taraftan hak eden muhafazakârlara hak ettiklerini objektiflik adına lütfetmemektedirler. Bu trajikomik olgu tıpkı iki zencinin beyaz olmak için mücadelelerini anlatan şu fıkraya benzemektedir:
“İki zenci beyazların zencilere olan insanlık dışı yaklaşımlarından oldukça bunalmış durumdadır. Bu durumdan kurtulmak için beyaz olmaya karar verirler ve yaptıkları araştırma sonucu bunun ancak sihirli bir halkanın içinden geçerek mümkün olduğu bilgisine ulaşırlar. Ancak sihirli halka ancak biri diğerinin sırtına bindiğinde ulaşabilecekleri yüksek bir yerdedir. Aralarında kararlaştırırlar: Önce biri diğerinin sırtına binecek ve halkadan geçerek beyaz olacak, sonra zenci olarak kalan beyaza binecek ve o da beyaz olma mutluluğuna erişecektir. Sonuçta biri diğerinin sırtına binerek halkadan geçer, zenci kalan hadi sıra bende der beyaz olana. Beyaz: ‘Hadi oradan pis zenci’ diyerek arkadaşını tanımaz.”
Bu fıkra ülkemizdeki İslamcıların güdük siyasetlerini çok iyi tasvir etmektedir. Artık halk da sağdan soldan tükenmişliğin, yitirilen geleceğin farkına varıyor ve onlar da sadece menfaatlerini düşünmeye başlıyor. Tüketim değerleri toplumun en alt kesimlerini bile hâkimiyeti altına almış durumda. İnsanların inançlarını bile tüketim pazarına çıkarırsanız sonuçta olacak olan kültürel şizofrenidir. Bunun da sonucu kültürel intihardır.
Okullarımızda sınav kazandırma kaygısı ötesinde hangi insani değerlerden söz edilmektedir? Herkesin şikâyetçi olduğu, insanların bile tüketim değeri olarak görüldüğü programlar neden herkes tarafından izlenmektedir?
Ülkemizin, neden, hiç olmazsa eğitim alanında, gençliği topluma ve statükoya entegre olmuş, insanı özünde bir ağaç olarak görüp onu yaş iken eğerek ömrü boyunca sırtındaki kamburla yaşamasına neden olan, her yerde eğilip büzülen, kendine güvensiz, her şeye eğilerek emredersiniz diyen bir insan modeli yetiştirme çabası dışında bir tane olsun doğru düzgün politikası yoktur?
Netice olarak ülkemizdeki güdük siyaset komedisinin son bulması için insani olanı kaygı edinen yeni açılımlara ihtiyaç olduğu aşikârdır. Her ne kadar başka medeniyetlerin tecrübesinde oluşmuş kavramlardan kendi değerlerimizi süzmek doğru olmasa da, var olan modern paradigma ve ülkemizin sosyal ve siyasi yapısı içinde konuşursak, belki de bu açılımlardan en önemlileri İslami sol söylemleri savunan siyasi hareketler olacaktır.
Edited by ebarah, 26.12.2008 - 14:37.