ÖNSÖZ
İslam kelimesinin Silm ve Selam köklerinden geldiğini, anlamının
barış, güven, huzur, mutluluk ve esenlik demek olduğunu, Kur’an’ın ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den beri bütün vahye dayalı dinlere İslam dediğini, (Yüce Yaratıcımızın bu milletten rahmetini ve bereketini esirgemediğine, esirgemeyeceğine bir delil ve şükür vesilesi saydığımız) değerli hocamız Yaşar Nuri Öztürk’ün eserlerinden okuyor ve öğreniyoruz.
İslam’ı, en geniş manasıyla Yaratıcı Kudretin iradesiyle, yaratılmış olanın ihtiyaçlarını en uygun ve ideal değerlerle birleştiren bir yol, bir düzen, bir sistem olarak anlıyoruz.
Yaratılmış olanı barış, güven, huzur, mutluluk ve esenlik zemininde yaşatmayı, geliştirmeyi, aynı zamanda da onu yanılgı ve sapmalardan korumayı amaç edinmiş ilahi bir değerler sistemi.
Allah, bu sistemin işletilişine, uygulanışına ait bilgileri, hiçbir vicdanın inkâr edemeyeceği bir açıklık ve netlikte, en mükemmel insan modelleri olan peygamberler vasıtasıyla insanlığın önüne koyuyor. Bu model insanların küçük ve kötülüklerin en üst düzeyde yaşandığı toplulukların içinden bütün çağları ve toplumları kuşatan bir yetkinlikte bilgiler ortaya çıkarması ancak mucize kelimesiyle ifade edilebilecek bir durumdur. Ayrıca karakterlerindeki üstünlüğün ve ayrıcalığın da ilahi irade ve desteğin dışında bir açıklaması olamaz. Aklı ve vicdanı sağlıklı işleyen hiç kimse bunun aksini iddia edemez. Peygamberlerin sadece yaşadıkları çağ ve toplulukların değil tüm insanlığın içine düşebileceği hata ve yanlışlıkları doğru ve isabetli bir şekilde tespit edip, bunlara evrensel çözümler, çareler ürettiğini görüyoruz. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömmeyi olağan sayan vahşi bir topluma gülümsemenin bir iyilik, bir yardım, bir paylaşım olduğunu idrak ettirebilmek, aklı ve vicdanı o boyuta çıkarabilmek bu inanılmaz mucizelerden sadece biridir.
Dolayısıyla Yaratıcının insanı eğitmeye ve geliştirmeye yönelik faaliyetlerinde şüpheye ve inkâra yer bırakmayan, kavranması kolay ve anlaşılır yöntemler kullandığını söylemek sözün en doğrusu olacaktır.
İslam, taşıdığı ve kavratmak istediği değerler açısından değerlendirilecek ve bu doğrultuda kabul ya da ret görecek bir dindir. İslamı benimsemek demek bu değerleri sevmek, yaşamak ve yaşatmaya çalışmak demektir. Yoksa onu estetik tercihlerimize indirgeyip, sadece bunlardan ibaret sanarak savunmanın onun oluşturmak istediği ideal toplum yapısında saygı ve ayrıcalık gerektiren bir tarafı yoktur.
Bir şeyin İslam olup olmadığını belirleyecek olan o isim altında bulunuyor olmak mı, yoksa onun öngördüğü değerleri taşıyıp, bu değerlere uygun yaşayışlar sergilemek midir? Ayrıca Kur’an’ın “gerçeği örtmek” olarak tanımladığı “küfür”, bu değerlere düşman olmanın yanı sıra, İslam adı altında bu değerlere sahip olmamayı, ters hareket etmeyi de kapsayan bir ifade değil midir?
Eğer önceliği bu değerlere değil de İslam’ın adına verirsek başka bir ifadeyle onun taşıdığı anlamı değil de adını kutsallaştırır-sak, inandığımız şeyler sembollerden öte gitmeyecektir. Semboller konuşmaz, söylemez, yol göstermez. Kendisine yüklediğimiz hayali ve daha çok nefsin tatminine yönelik niteliklere sahiptir. İslam bu anlamda sembolleri yıkmak için gelmiş ve insan aklını çağa ve topluma göre değişen şekil ve anlayışlara değil, sonsuz bir ilim, kudret ve değişmezin yüceliğine, kusur ve noksanlıklardan arınmış bir anlama teslim olacak şerefli bir boyuta yükseltmiştir.
İslam, her şeyden önce neyi ifade ettiğiyle bir anlam kazanır ve aynı şeyleri ifade eden her şey onun anlam ve manasına dâhil olur.
Adı ne şekilde konulmuş olursa olsun, dünyanın neresinde ve hangi anlayış adına sergilenirse sergilensin İslam’ın anlamını, amacını, kutsadığı değerleri taşıyan her şey onun öz be öz kendi malıdır, başka bir ifadeyle ta kendisidir!..
İslama inanma ve o yolu izleme iddiası ancak onun evrensel anlamını kavradıktan ve bunu hayata uyarlayıp uygulamalarla gösterdikten sonra ileri sürülebilecek bir iddiadır. Yoksa şekil olarak bir şeylere benzemenin hiçte zor bir tarafı yoktur. İslam kopyalamayı değil “işletilen akıl”ı ve üretmeyi öngörmüş, önermiş ve onaylamıştır.
İslam, adaleti, merhameti, paylaşımı, yardım etmeyi, sevgi ve saygıyı, ilmi, vefayı, dürüstlüğü, halklara ve haklara zulmetmemeyi, yalan söylememeyi, ikiyüzlü olmamayı, Allah adına hükümler verip büyüklenmemeyi, din istismarlığıyla maddi ve manevi çıkarlar peşinde koşmamayı, kendinde, insanları yargılayıp onların hayatıyla oynama hakkı görmemeyi, el-etek öpmemeyi, öptürmemeyi (Hz. Muhammed kimseye elini öptürmemiştir!) yoksulun, yetimin hakkını gözetmeyi, onları horlamamayı, kasılıp kabarmamayı, hayatı boyunca insanın ezilmemesi, sömürülmemesi ve onurlu yaşaması için mücadele etmiş örnek insanlara iftira atmamayı, asık suratlı, katı ve zorlaştırıcı değil, güler yüzlü, medeni ve kolaylaştırıcı olmayı, çocukları sevmeyi, kadına onurlu bir yaşam hakkı tanımayı, medeniyeti toptan “küfür” ilan edip onu kötüye kullanan zihniyetlerin günahını masum insanları katlederek çıkarmamayı, kötülüklere, yine medeniyetin aydınlık ve bilgi dolu değerlerine sarılıp, bu değerlere katkıda bulunarak engel olmayı, dini babasının malı sayıp üstünlük taslamamayı, imanı şekil ve görüntülerde değil vicdanlarda hâkim kılmayı... Kısaca BARIŞ, GÜVEN, HUZUR, MUTLULUK VE ESENLİÐİ amaç edinmiş, yüceltmiş bunların aksi olan davranışları kınayarak Allah’ın öfkesine, kızgınlığına neden olan olumsuzluklar olarak göstermiştir...
Eğer Allah’a inanmaktan ve iman etmekten söz ediliyorsa bu değerleri kabul etmek, kendimizi ve karşımızdakileri bu değerlerle tanımlamak gerekiyor.
Tarihte yaşamış bütün peygamberler -Yüce Yaratıcının emir ve iradesi doğrultusunda- bu değerleri hâkim kılmanın mücadelesini vermiş ve insanlar arasında geçerli kılmaya çalışmışlardır.
Hz. Muhammed de kendisinden önce gelen hiçbir peygamberle çelişkiye ve ayrılığa düşmeden insanlığı aynı amaç ve doğrultuda yönlendirmeye çalışmış son peygamberdir.
Dolayısıyla bu yolda harcanan bütün çaba ve oluşumlar Yüce Yaratıcının amacına ve isteğine uygundur. Önemli olan dinlerin yaşanışından kaynaklanan ayrılıklar değil, vermek istedikleri mesaj ve anlamdır.
Bu değerler bütün geleneksel kabullerin ve eğilimlerin üstünde olan değerlerdir, asla hiç kimsenin ve hiç bir anlayışın tekelinde değildirler.
Yüce Kitabımız Kuran-ı Kerim ve onun bildiricisi Hz. Muhammed tüm insanlığı bu değerlere katkıda bulunmaya davet etmiştir.
Bakara suresi 208. ayet şöyle demektedir:
“Ey inananlar! Hepiniz toptan barış içine girin..”Yunus suresi 25. ayet:
“Allah, esenlik yurduna çağırır..”Ali İmran suresi 85. ayet:
“Kim İslam (= barış, güven, huzur, mutluluk, esenlik)’dan başka bir din ararsa, onun bu dini kabul edilmez."Yüzlerce ayet aynı gerçeği defalarca tekrar etmekte ve insanları İslamın anlam ve değerleri etrafında toplanmaya çağırmaktadır.
Ozanlar Ozanı Yunus Emre de bu gerçeği bir şiirinde şöyle ifade eder:
Dört kitabın manası
Bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca
Manası ne demektirHemen bütün İslam düşünürlerinde bu bakış açısını az veya çok, görmek mümkündür. Özellikle İbnül Kayyım El-Cevziyye bu bakış açısını çok geniş ve net biçimde sergiler. Onun ifadesiyle:
“Hakk’a varış hangi yoldan olursa olsun, Allah’ın dini, emri ve rızası içindedir.” (bk. El-İ’lam, 3/543)
Bizler bu gerçeği yaygın olan İslami anlayış ve yaşayış dünyasında aramaya şartlandığımızdan, görmemiz ve kavramamız gereken birçok şeyi “Müslüman değil” mantığıyla gözden kaçırıyor, İslam olmadığını varsaydığımız birçok İslami yaşayış biçimini bilgi, birikim ve vicdan eksikliği nedeniyle gerektiği şekilde değerlendi-remiyoruz.
Secde etmeyi, herkesin imanı hakkında hüküm verme yetkisi olarak anlayıp Kur’an’da geçen güneşin, ayın, yıldızların secdesi sorulduğunda tırsıp kalan cahillerden olmaktan Allah’a sığınalım!.. Secde Allah'ın kurallarına bağlı olmaktır. Madde âlemine ait her şey secdesini bu kurallara bağlı olarak yapar. Tüm varlıklar Allah’ın ku-rallarına uyacak şekilde yaratılmışlardır. Bu kurallara uymanın insanın özgür iradesine bırakıldığı büyük sorumluluk gerektiren bir konumda daha çok kendi eksiklikleriyle ilgilenen, imanı sembollerde değil vicdanında yaşamaya çalışan yüksek karakterde insanlar olmak için Allah’a yalvaralım. Yüce Yaratıcı ancak bunu başarabilmiş insanların dilinden yansıtır avazını..
Yunus gibi,
Söz karadan aktan değil
Yazıp okumaktan değil
Şu yürüyen halktan değil
HALİK AVAZINDAN GELİRVe
“Alemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir”diyen Atatürk gibi....
Avaz Halik’tan olunca artık söyleyen değil söylenen önemli demektir. O avaz sürükler peşinden aklı ve vicdanı... Ve bu öyle sınırsız, kalıpsız ve ilahi özgürlüğün sonsuzluğunda gerçekleşir ki, bazen biz onu “kâfir”in bulduğu bir ilaçta, bir aşıda, keşfettiği, insana ve yaşama hizmet eden binlerce, yüz binlerce buluşta, eserlerde görür, duyar, okuruz. Kendisine benzetemediği herkese “kâfir” damgası vuran zihniyetler acaba secde halindeyken başına, boynuna çıkmış çocukları “incinmesinler” diye secdeyi uzatmış bu dinin peygamberini neye benzetiyorlar acaba?... Cennet annelerin ayakları altındayken onu kadının başını ezerek aramanın anlamı nedir?.. Beethoven’in Ay Işığı Sonatını Allah'ın bize bahşettiği sonsuz yetenekleri kavrama ve geliştirmeye yönelik bir örnek olarak kabul etmeye engel başka bir emir mi vardır?... Chopin kâfir miydi?.. Tarrega “Elhambra”yı şeytandan ilham alarak mı besteledi?... Goya, Van Gogh ve daha niceleri eserlerini insanlar tapsın diye mi yaptı? Yoksa sonsuzca ve her an yaratan Yüceler Yücesinin bir an ve mekânındaki sonsuz güzelliği, çeşitliliği ve kudreti biraz olsun yansıtabilmek için mi? Bu aklı çatlatan sınırlarda eserler vermiş insanlara İslam da değer verir. Çünkü İslam, ilime önem verir, sanatı destekler. Dikilen Atatürk anıtlarına put deyip kendi putlarının elini-eteğini günde kırk kere öpen zihniyetler gerçekte beton kafaların ve yüreklerin en belirgin örnekleri değil mi?
İslam’ın özünde ne olduğunu, neleri önerip neleri yanlış gördüğünü yüzlerce yıl öncesinden anlayıp bugünkü medeni toplumlardan çok daha medeni olabilecekken (ki tarihte bunun başarıldığı dönemler olmuştur) günümüzde, hücre çekirdeğini başka bir hücreye nakledebilen teknolojilerin yaşandığı bir çağda üretilen değerlere değil, kılık kıyafetlere, şekil ve uygulamalara bakıp, kimin Müslüman kimin olmadığıyla ilgili tartışmalar yaratıp utanılacak bir seviyenin temsilcileri durumuna düşüyoruz.
İslam adına birileri hakkında hüküm verirken her şeyden önce ona ait değerlerle düşünmek zorundayız.
Bilgiden yoksun, psikolojik nedenlere dayanan, nankör ve vefasız söylemlerle, o değerlerle bağdaşan insan evlatlarını -güya- kötüleyerek hem “hüküm Allah’ındır” ilkesine ters düşüyor hem de Yaratıcının hiç sevmediği “bilmediği şeyler hakkında konuşmak” gibi bir günahın kurbanları oluyoruz.
Sözü uzatmadan sözlerin şahı Kuran-ı Kerim’in işin sırrını kavratacak, manayı anlamada bize yardım edecek yüce ayetlerinden birkaçını, işin sırrını kavramış, manayı keşfetmiş büyük insanlardan biri olan Atatürk’ün meal niteliğindeki sözleri ve tabiki uygulamala-rıyla birlikte sunmak istiyorum.
Saygılarımla,
Mehmet Bahadır Özder
Bu mesaj MehmetB tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 03.05.2009 - 12:18