İçerik değiştir



Ergenekon'a Stratejik Bir Yaklaşım, Bilmeyenler Için!


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 2 yanıt verildi

#1 srtc06

srtc06

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 20 Mesaj

Gönderim zamanı 17.04.2009 - 15:22


Türklerin Anadolu’dan çıkarılması yaklaşımı, Batılı düşüncenin geçmişte ve günümüzde vazgeçemediği bir ihtiras olarak duruyor. Bu kapsamda Kurtuluş Savaşı veren ve kazanan Türk halkının önüne, terör dayatmaları, hem de küresel boyut kazandırılarak getiriliyor.

Eski Fransız Cumhurbaşkanı Chirac’ın ‘Bizans’ın torunlarıyız’, eski ABD Başkanı Bush’un ‘Haçlı seferleri başlattık’ sözlerindeki arka plan Türkiye’yi de içine alan bölge üzerine yapılan planları ortaya koyuyor. Türk halkı terör sorununu demokrasi içinde çözmeli.


Erdal SARIZEYBEK


Ergenekon, Türk milletinin var oluş destanının adıdır, bir suç soruşturmasına kod adı olarak verilemez. Hukuken verilemez, çünkü Türk hukuk sisteminde bu tür soruşturmalar kod adı almaz, yıl ve sayı ile ifade edilir.

Ahlaken verilemez, çünkü Türk milli eğitim sisteminde Ergenekon’un tarihsel bir yeri vardır, bir destan çocuklarımızın belleğinde terör ve şiddetle yan yana getirilemez.

Siyaseten verilemez, çünkü siyaset hukuka uymak zorundadır. Kaldı ki, siyasi iktidarın İstanbul’da yürütülen soruşturmayı terörle mücadele adına sahiplendiğini söylemesi doğru değildir, çünkü otuz yıldır süregelen PKK terör örgütüne karşı son altı yılda parmağını dahi oynatmayan bir siyasetin “terörle mücadele” adına bu soruşturmaya destek verdiği söylenemez. Peki, hukuksuz olmasına karşın bir suç soruşturmasına ısrarla neden Ergenekon adı verilmektedir ve neden işbirlikçi medya “Ergenekon terör örgütü” sloganını diline dolamaktadır? Birlikte görelim…

BİZANS’IN ÇOCUKLARI

16 Kasım 2004 tarihli yazılı medyada yer alan haberlerde, Marsilya’da bir konferansta konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın, “Üstelik hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” şeklindeki ifadesi çeşitli yorumlara neden olmuş ve özellikle de Fransa’nın Türkiye’yi aynı uygarlık çerçevesinde gördüğünü anlatan yorumlar sayfa başlarında yer almıştı.

Biz ise, o gün de aynı bugünde aynı düşünce de olarak, bu söylemin biz Türklere bir hatırlatma olduğunu dile getirmiştik, yani Fransız “Biz Bizans’ın çocuklarıyız siz ise Alparslan’ın çocuklarısınız”, demek istiyordu, bize diyordu. Açıkçası bize “Bizans topraklarını ele geçiren işgalcilersiniz” diyordu Fransız Chirac.

İsterseniz tarihe dönelim ve bu sözün tarihsel anlamı nedir, ona bir bakalım; iki milyon kilometre kare toprak kaybettik Birinci Dünya Savaşı sonunda ve 1918’de ateşkes yaptık Bizans’ın çocukları ile. Ama yine de durduramadık işgalcileri ve ateşkesin ertesi gününde İstanbul’u işgal ettiler.

Bu yetmedi, ertesi yıl İzmir’i işgal edip savaşı Ege’ye yaydılar. Polatlı’ya kadar geldiler ve bize bir Sevr haritası sundular; Doğu’da Ermenistan-Kürdistan, kuzeyde Pontus-Rum, batıda Bizans ve ortada Osmanlı, küçücük bir Osmanlı, o kadar küçük ki sanki bir lokma. Düşünüyor o zaman insan; ateşkes yapılmış ama neden düşman hala durmuyor, saldırıyor, amansızca saldırıyor, Anadolu’daki Müslüman Türk’ün varlığını yok etmek için saldırıyor, düşmandaki bu öfke neden?

Halbuki öfke nedeni açıktı ama biz göremedik, tıpkı bugünkü gibi, Bizans’ın çocuklarıydı onlar ve Bizans’ı geri istiyordu, öfkenin nedeni buydu ama görememişiz o zamanlar. Sonra, devran döndü ve İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere-Fransa Ortadoğu’dan çekildi, 1948’te Filistin toprakları işgal edilerek İsrail diye bir devlet kuruldu ve Ortadoğu ABD’ye bırakıldı. Böylece biz de Haçlı Ordusu ile karşı karşıya kaldık, neden mi?

HAÇLI ORDUSU: ABD

Hafızalarımız nankör, çabuk unutuyor söylenenleri, biraz daha geri gidersek ABD’de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarının ardından Başkan Bush da Bizans hatırlatması yapmıştı bize ama çabuk unutmuştuk o sözleri. Anımsayınız, ne demişti; “‘Saldırılar güçlü bir devi uyandırdı. Tüm dünyayı teröristlerden temizleyeceğiz, başlattığımız mücadele bir Haçlı Savaşı’dır”’ demişti.

Milliyet gazetesinde yer alan bu habere göre ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül’deki intihar saldırılarının ardından terörizme karşı “Haçlı Seferi” başlattığını söylemiş ve Amerikan halkından sabırlı olmalarını istemişti. Bush, ulusal güvenlik konusunda danışmanlarıyla yaptığı istişare toplantısı ardından başkent Washington’a dönüşünde yaptığı konuşmada, “Yalnızca teröristler değil, bunları destekleyenler de suçludur.

21. yüzyılın ilk savaşını kararlı bir biçimde kazanmak zamanı artık gelmiştir” şeklinde açıklamalarda bulunmuştu. Neydi bu Haçlı Seferi, anlamak için, yine tarihe döneceğiz. 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Bizans hakimiyetindeki Anadolu’ya giren Türkleri yok etmek ve başta Kudüs olmak üzere kutsal toprakları ele geçirmek için, Bizans’ın isteği üzerine, Avrupalıların başlattığı seferin adıdır Haçlı. Papa II. Urban ve Piyer Lermit’in çabalarıyla Avrupa’da kalabalık bir ordu hazırlanmış ve 1096 yılında bu savaş seferi başlatılmıştı. Haçlı seferleri Müslüman Türkleri Anadolu’da yok edilememiş ancak Kudüs Haçlıların eline, İznik ve Batı Anadolu ise Bizans’ın eline geçmişti. Peki, durup dururken

Başkan Bush, Haçlı seferini neden gündeme taşımıştı, bin yılı aşkın bir süre sonra? Anlaşılan o ki, bunlar tarihi yeniden yazma çabası içine girmiş ve Malazgirt’ten Anadolu’ya giren Alparslan ordularını tarihi tersine çevirip yenmeye karar vermiş, elbette güçleri yeterse eğer! Önce Afganistan’ı işgal ettiler, sonra Irak’ı param parça ettiler, Barzani liderliğinde Kürt devleti’ni kurdular, yani Kürdistan’ı, bir tek ilanı ek*** kaldı. Yani eskiye döndüler, 1920’nin Sevr’ini yeniden karşımıza getirdiler; Ermeni-Kürt meselelerini tekrar masaya yatırdılar, ne için?

PKK BİZANS PROJESİ

PKK terör örgütünün siyasi hedefi nedir; Türkiye’yi parçalamak ve Kürdistan’ı kurmak, yani Bizans’ın çocuklarının 80 yıl önceki hedefi. 80 yılda Türkiye’yi bu trajik noktaya getirmeyi nasıl başardılar; Özal siyaseti Kürt sorununu yarattı, Otonom Kürt devleti’nin temelini attı ve 1991’de karşımıza sayıları 25 bini bulan silahlı bir PKK terörünü çıkardı. 1992’de terörle mücadelede verdiğimiz şehit sayısı bini aşkındır.

Özal siyaseti terörün şiddetini arttırdı ve şiddetli bir çatışma ortamı yaratarak Doğu’da güvenlik nedeniyle 3.225 köy ve mezranın boşaltılmasına, 500 bini aşkın insanımızın göç etmesine neden oldu. Çatışmaların şiddeti Türk-Kürt ayrımının derinleşmesine yol açtı.

İşte bu dönemde bazı faili meçhul cinayetler işlendi, bir milyonun üzerinde vatan evladı can pahasına terörle mücadele ederken binde biri bile bulmayan bir azınlık terör üzerinden rant sağlamak istedi ve bunlar Susurluk adıyla medyaya yansıtıldı. Çözülmedi, belki de çözülmek istenmedi bu suç işleyenler, adalet belki de yerini bulmadı, devleti yönetenler de kararlılıkla üzerine gitmedi bu olayın.

Terörü ranta dönüştürmek isteyenler hak ettikleri cezayı alsalardı, Ergenekon adıyla kamuya yansıtılan olaylar belki de hiç olmayacaktı. Belki de bilinçli yapıldı tüm bunlar ve şimdiki soruşturmanın temeli atılmış oldu, tıpkı 1991’de Kürt devletinin Irak kuzeyinde temeli atıldığı gibi. Dolayısıyla Türkiye’nin 1984’te başlayan terörle mücadelesine bakıldığında Özal siyaseti sonucu bu siyasetin temelinin atılmış olduğu, Özal siyaseti sonrasında Çekiç Güç’le sayıca ve silahça çok bir PKK terör örgütünün yaratılarak terörün zirveye çekilmiş olduğu, bu şiddet ortamının bölücü zihniyetlerce Türk-Kürt ayrımcılığının yapılmasına neden olduğu söylenebilir.

Kısacası Erdoğan siyasetiyle terörünün siyasete çekilmiş olması, Barzani’nin ABD ve Türkiye eliyle Kürt devletini kurmuş olması, Kerkük ve Kıbrıs’ın masa başında kaybediliyor olmasıyla Türkiye’nin ulusal çıkarlarının göz ardı edilerek yalnızlaştırılması hep Bizans’ın oyunu olarak karşımıza çıkmaktadır, PKK terör örgütünün de bu oyundaki işlevi açıkça gözler önüne serilmektedir. Ne yazık ki Bizans’ın çocukları PKK’yı kullanarak Türkiye’yi içten vurmuş ve bu örgütle mücadeleyi küresel projenin bir parçası haline getirmiştir. Peki, bu çerçeveden bakıldığında İstanbul’da yürütülmekte olan bu soruşturmanın da küresel projenin bir parçası olduğu söylenebilir mi?

HEDEF TÜRK VARLIÐI

20 Ocak akşamı bir televizyon kanalında DTP milletvekili Sırrı Sakık ile MHP milletvekili Oktay Vural, Kürtçe TV ile ilgili olarak, bir açık oturumda karşı karşıya geldiler. Karşıt görüşlerin çarpıştığı oturumda belki de kimsenin dikkat etmediği bir söz sarf edildi oturum esnasında. Sakık, üzerine basa basa “biz başka coğrafyadan gelmedik” dedi.

Bilemiyorum, bu sözler sizlere bir şey anımsattı mı ama bizim aklımıza hemen Bizans’ın çocukları, Haçlı seferleri ve de Alparslan geldi. Çünkü 1071 Malazgirt savaşıyla Orta Asya’dan yani başka bir coğrafyadan gelen Türkler Anadolu’yu yurt edinmişti.

Anlaşılan o ki, Sakık isimli vekil bizlere bunu hatırlatmak istiyordu, yani siz başka coğrafyadan geldiniz, demek istiyordu, tıpkı Fransız Chirac gibi, tıpkı Amerikalı Bush gibi. Yani projeler açık ve net, masa üzerine yatırılmış, topraklarımız paylaşılıyor ama biz hala PKK terör örgütü ile uğraşıp duruyoruz, asıl projeyi görmeden.

Şimdi bu tarihsel bakış içerisine Ergenekon’u koyalım ve bu ihanet oyununu gözler önüne serelim. Ergenekon nedir, Türk’ün var oluş destanıdır. Biz Türkler Ergenekon’la var olup Anadolu’yu yurt edinmişiz. Hukukçular açık açık anlattı, bir soruşturmaya Ergenekon adının verilemeyeceğini, Türk’ün var oluş destanının terör ve şiddetle yan yana getirilemeyeceğini söyledi.

Ama getirdiler, çocuklarımızın hafızasına Ergenekon’u destan olarak değil bir suç örgütü olarak kazıdılar, yani hafızamızı silmeye çalıştılar ve hala da çalışıyorlar. Bu siyasetin Adalet Bakanı bile, hukuksuz olduğunu bilmesine karşın, ısrarla bu soruşturmada “Ergenekon Terör Örgütü” kelimelerini, üzerine basa basa, kullanıyor. Yani var oluşumuzu anlatan bir destan ayaklar altına alınıp küçültülmek isteniyor.

Bu trajedimizin bir yönü, diğer yönüne baktığınızda, bu soruşturmada gözaltına alınan ve tutuklananlar kim, hedeftekilerin kimliği bize bir şeyler anlatıyor ama görmek isterseniz eğer…

HEDEF BÜTÜNLÜÐÜ SAVUNANLAR

Soruşturma çok yönlü yürütülüyor, hedef seçilenlerin kimliği karışık, karışık hale getiriliyor; bir yanda Susurluk adıyla Özal siyasetinin tırmandırdığı terörle mücadele için can pahasına ortaya atılan milyonların yanında suç işledikleri iddia edilen çok küçük bir azınlık, bu azınlığa ait olduğu iddia edilen silah ve cephane, bunlarla birlikte 2003-2004 yıllarında darbe hazırlığı yaptığı iddia edilen emekli Orgeneral Eruygur ve çalışma arkadaşları, öte yanda ulus devleti savunanlar Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu gibi, emekli Orgeneral Tolon, Yavuz ve Kılınç gibi. Çok sade bir mantıkla olaya yaklaşıp özetine bir baksak bu olayın, bu soruşturmadan darbe hazırlığı iddialarını çekin askeri savcılığa devredin, Susurluk iddialarını çekin yetkili ve görevli mahkemelere devredin, göreceğiz geriye hiçbir şeyin kalmayacağını, kalmaz, kalamaz.

Zaten bilinen şeyler bunlar, çoğunun yargılaması bitmiş, bir kısmı halen yargıda, bir kısmı da soruşturması devam eden olaylar bunlar. Şimdi de Üzeyir Garih cinayeti üzerine aynı soruşturma kapsamında araştırma yapılıyor, yani tüm faili meçhul cinayetler, çoğunun yargılanması bittiği halde, bu soruşturmanın içine çekilip akıllar karıştırılıyor, asıl ihanet projesini görmemiz engelleniyor.

Ama bu arada ulus devleti savunanlar hapiste, Tolon Paşa’nın, Eruygur Paşa’nın hala iddianamesi yok, açılan dava içerisinde yok, kendilerini yargılama esnasında savunma hakkı bile verilmiyor, yani anlayacağımız vatanımız tehlikede, Anadolu’daki, Kıbrıs’taki, Kerkük’teki Müslüman Türk varlığı tehlikede…

HEDEF TÜRK ORDUSU

Türk milletinin varlığı ve bekasını koruyacak iki büyük güç vardır Türkiye’de; biri Türk Milleti, diğeri ise Türk Ordusudur. Millet fakr-ü zaruret içerisinde harap ve bitap düşürüldü, borçlandırıldı, ulusal varlıkları satıldı, ekonominin yönetimi yabancılarda, milletimiz nerdeyse kendi toprağında köle haline getiriliyor.

Türk Ordusu ise işbirlikçi medyanın hedefinde, yıpratılmak, küresel ihanet projelerine karşı koyma direnci kırılmak isteniyor. Türk varlığını koruyacak iki büyük güç tepkisiz ve etkisiz hale getirilmek isteniyor. Bir yanda Sevr haritası, öte yanda Kıbrıs ve Kerkük, Anadolu’daki Türk varlığının korunması için en önemli iki “olmaz ise olmaz” elimizden alınmak isteniyor. Kör etmek istiyorlar bizi, varlığımızın artık tehlikede olduğunu göremez bir hale gelmemiz isteniyor.

Ama artık yeter, tıpkı Türk Ordusunun 20 Ocak’ta yaptığı basın açıklamasında olduğu gibi “artık yeter”! Genelkurmay Başkanlığımız tarafından yapılan açıklamada, malul gazi emekli Jandarma Albay Abdülkerim Kırca ile ilgili bazı basın ve yayın organlarında suçlayıcı haberlere yer verildiği belirtilerek, “Artık, yetkili ve sorumlu makamlar ile sağduyulu medyanın üzerlerine düşen görevleri yerine getirmek üzere söylem yerine gerekli tedbirleri alma zamanıdır” denilmesinin ardında da bu yatıyor, artık yeter.

Türk milleti varlığı ve bekasının artık tehlikeye düştüğünü görmeli ve sağduyusu ile bu tehlikeyi, demokrasinin araçlarını kullanarak, artık yok etmelidir.

ERDAL SARIZEYBEK
http://forum.erdalsa...icin-t8399.html

#2 alsancakE24

alsancakE24

    Onun için takıntı haline geldik

  • Üyeler
  • 2.849 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 28.04.2009 - 17:30

Dost srtc06 'nın çok yerinde bir seçimle yukarıya aldığı yazıya ilaveten, dost LaHesis 'in Gazete Harabe'ye astığı "Sivil Toplum Örgütleri Hakkında Kısa Bir Deneme, ABD-Türkiye ve Ergenekon" başlıklı yazıyı da okumalarını konuyla ilgilenen herkese öneririm.

Her iki dostun da emeklerine teşekkürler...

#3 ebarah

ebarah

    Onun için takıntı haline geldik

  • Dokunulmazlar
  • 2.132 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Zeytinburnu

Gönderim zamanı 08.05.2009 - 23:17

Bir de bu açıdan bakalım...




FİKRET BAŞKAYA'NIN GÜNLÜÐÜ



Siyasi kültür, Ergenekon, “Mustafa Kemal’in Askerleri” ve Sol



Türkiye’de geçerli siyasi kültür esas itibariyle 1920–1938 döneminde oluşmuş, rejimin tüm kurumlarına derinlemesine sirayet etmiş, bugün de belirleyici olmaya devam eden ‘tuhaf’ bir kültürdür. Yakın tarihin baştan aşağı tahrif edilip, ihtiyaca göre yeniden ‘inşa edilmiş’ bir versiyonuna, Mustafa Kemal’in putlaştırılmasına, devletin kutsanmasına dayanmıştır. Böylece Eski Rejim kendini yepyeni bir şey olarak sunmayı başarmıştır. “Yenilikçi” Osmanlı bürokratik elitinin devamı olan egemen bürokratik elitin ve hâkim sınıfın diğer unsurlarının [Ticaret ve sanayi burjuvazisi, toprak ağaları] çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Yeniliği, farklılığı, moderniteyle ilgisi görüntüden ibarettir. Eski’nin yepyeni bir şeymiş gibi sunulabilmesini sağlayan da, ülkenin geçmişinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Cumhuriyet aydınlanması denilen de tam bir safsatadır. Tartışmayı yasaklayan, farklı düşünceyi düşman sayıp lânetleyen, muhalifi şeytanlaştırıp cezalandıran, kişiye tapınmaya dayanan, bir dizi ‘laik kutsallıklar peydahlayan, toplumu ‘adam edilmesi gereken’ bir nesne olarak gören bir rejimin modernite ve aydınlanmayla gerçekten bir ilgisi olabilir miydi? Eğer bir aydınlanma devrimi yaşanmış olsaydı, Eski Rejimle bir hesaplaşma ve kopuş söz konusu olsaydı, hem topluma böylesine bağnaz bir resmi tarihi ve resmi ideolojiyi dayatmak mümkün olmaz, hem de söz konusu resmi tarih ve resmi ideoloji bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Osmanlı döneminin yeniliklerinin, Cumhuriyet döneminin inkılaplarının asıl misyonu, Eski olanı yeni bir retorik ve kimi yeni kurumlar ve mekanizmalarla marifetiyle yeniymiş gibi sunmaktan ibaretti ki, bu işte başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Herhalde modern tarih çağında kişi kültünün böylesine etkin ve etkinliğin bu kadar uzun ömürlü olduğu bir başka “modern” toplum olup-olmadığını araştırmak ilginç olurdu. Her şeye kâdir bir kurtarıcı, koruyucu, kurucu, eğitici-yetiştirici [mürebbi], yol gösterici, bağışlayıcı, vasi, tek ve şaşmaz, en büyük [Atatürk] ve onun ne dediğini, neyi arzuladığını, neyi istemediğini bilen, onun adına konuşan bir ‘cumhuriyet aydını’, ‘modern ulemâ’ taifesi. İşte ‘Modern Türkiye’ denilen böyle bir şey... [Ebedî] Şef, parti, devlet, millet özdeşliğine veya ‘birliğine’ dayanan bir rejim, modernliğin [çağdaşlığın] timsali sayıldı. Yönetici elit millet dediğinde de kendini kastediyordu. Bütün bu zaman zarfında halkın ‘işe karıştırılmaması’ kuralı geçerliydi. Halkın politik sürece dahil edilmemesinin gerekçesi de hazırdı: Halk cahildi, eğitilmesi ve ‘olgunlaşması’ ‘yetiştirilmesi’,‘rüştünü ispat emesi’ gerekiyordu. Onu eğitecek olan [mürebbi] de kendileriydi. Diktatörlük döneminde oluşturulan yapıda kayda değer bir değişiklik söz konusu olmadan 1946’da çok parti sistemine geçiş, gerçek anlamda birçok partili sistem anlamına gelmiyordu. O zamana kadar bütünüyle siyasi sürecin dışına atılmış halk kitleleri, bundan böyle muvazaa partileri veya taşeron devlet partileri ve seçimler aracılığıyla manipüle edilecekti. Aracın rotasını tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi yine asıl devlet partisi belirlemeye devam edecekti. Halk henüz mürebbilerin rahle-i tedrisinden geçmemişti, korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı vardı. Halk henüz yeterli eğitimi alıp, ‘olgunlaşmadığına’ göre mürteciler, teokrasi yanlıları, kızıl komünistler, kim bilir belki de liberaller onu aldatabilirdi... Aslında bu anlayış ‘modern koloniyalizme ‘ özgüdür ve bugün de geçerli ama artık köprülerin altından hayli su aktığı da bir vakıa... Nasıl İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş Eski Rejimden bir kopuş değil idiyse, diktatörlükten ‘demokrasiye’ geçiş de bir kopuş değildi.


Can sıkıcı ve rahatsız edici olan husus, rejimin hiçbir zaman tartışma konusu yapılmaması ve esas itibariyle 1920–1938 döneminde oluşturulan siyasi kültürün varlığını ve etkinliğini bugün de sürdürmesidir. Aslında bu durum kişi kültüne, ‘ulu öndere’ tapınmaya dayalı eğitim sisteminin doğal sonucudur. Diplomalı kesimin bilincinin resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dumura uğratılmasıyla, iğdiş edilmesiyle ilgilidir. Ulu önder tüm soruların cevabını peşinen ve ‘ilelebet’ verdiğine ve gidilecek yolu da gösterdiğine göre, ortada tartışılacak bir şey kalır mıydı? Velhasıl mürebbilere ve diplomalı taifeye iz sürmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu... Rejimi tartışmaya cesaret edenler rejimin kutsallarına saldıran ‘yıkıcılar’, değilse “düşmanlarımız hesabına çalışan ajanlar” olabilirlerdi ki, Cumhuriyetin ‘sükûn sağlayıcı takrirleri onlara gereken dersi verirdi. Bu durum son dönemde gündemde olan ve bir süre daha gündemde kalacağa benzeyen Ergenekon Operasyonuyla bir kez daha doğrulandı. Sivil ve militer bürokrasi, akademi ve iş dünyası içindeki darbecilere yönelik operasyona özellikle diplomalı kesimin verdiği tepki, tek parti diktatörlüğü döneminde oluşturulan siyasi kültürün bu kesimin bilincinde ne kadar köklü bir yer edindiğini ortaya koyuyor. Elbette operasyonun mahiyeti hakkında da kafalar karışık ve böyle bir siyasi kültürün geçerli olduğu koşularda bu anlaşılmaz bir şey değil. Türkiye’de darbecilik ve darbeci gelenek rejime ve onun mantığına içkin bir özelliktir. Başka türlü söylersek, TC’de darbeler rejimin ‘olağan halidir’. Dolayısıyla genel durumdan bir sapma veya istisna değildir. Netice itibariyle Cumhuriyet de bir darbeyle kurulduğuna göre, rejimin darbelerle yol alması neden şaşırtıcı olsun? Başladığı gibi devam etti ama artık yolun sonuna gelmekte olduğumuzu söyleyebiliriz... Öyleyse Ergenekon operasyonunda ‘yeni olan’ nedir? ‘Yenilik’ bu güne kadar ordu içinde kotarılan darbe girişiminin bu sefer ‘sivil alana’ sıçraması ve bunun engellenememesidir. Vatanın ve milletin tüm işlerinden sorumlu, koruyucu ve kollayıcı ordu bu sefer çalınan minareye kılıf bulmakta başarılı olamadı... Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk duymaması gerekeni duydu... Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ ki bu onun ‘sivil toplum’ dediklerini etkili bir şekilde harekete geçirebilmesine bağlıydı], darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil, konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor...] bu kesimi etkisizleştirmek üzere - operasyonun kapsamını da kendileri belirlemek kaydıyla - sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar. [Her ne kadar operasyonunun kapsamı hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.] Bu tür bir operasyonla fazlasıyla ayağa düşmüş, mafyalaşmış unsurları tasfiye etmek, ordu içindeki ve dışındaki darbecileri etkisizleştirmek, imaj tazelemek, başta ordu olmak üzere ‘devletimizin itibarını’ restore etmenin amaçlandığı anlaşılıyor. Aslında darbeye hedef olan ordu kadrolarının darbe karşıtlığı, onların demokrasi aşkıyla ilgili değildir. Bu durumda yeni olan bir şey de, ilk defa her darbenin gönüllü destekçisi olan sivil bürokrasinin yükseklerine, akademinin ve medyanın, bazı unsurlarına dokunulmuş olmasıdır. Dokunulmazlıkları konusunda sarsılmaz bir inanca sahip olan ve kendilerini ‘müesses nizamın bekçisi’ ve ‘memleketin sahibi’ olarak gören diplomalı seçkinlerin infiali ve şaşkınlığı bu yüzdendir. Oldum olası bu kesimlerin en büyük korkusu ‘cahil halkın’ işe karışmasıdır. Bu yüzden özgürlüklerin, demokrasinin, insan haklarının katıksız düşmanıdırlar. Darbeyle ilgili olduğu gerekçesiyle tutuklananlara yapılan muameleden vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Elbette hak ihlallerinin her türlüsüne karşı çıkmak ve usul hukuku kurallarına uyulmasını istemek son derece önemli ve gereklidir. Tutuklamalar sürecinde yasal gereklere uyulmadığı için ortalığı velveleye verenler, hak ihlâllerinden yakınanlar, Ergenekon sanıklarına yapılanın yüz katı başkalarına yapıldığında kıllarını hiç kıpırdattıkları oldu mu? İşkence ve siyasi cinayetlerle ilgili, düşüncelerinden dolayı cezalandırılanlarla ilgili bir defacık sesleri çıktı mı? Çıkar mıydı? Çıkabilir miydi?


Bu ülkede anaokulundan başlayarak tüm okul sisteminde ve askerlikte puta tapmayı esas alan, özgür düşünceye düşman bir eğitim sürecinden geçmiş, düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş değil kul bilinci taşıyan, bürokraside, akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin darbeci, ‘ulusalcı’, Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için Anıt Kebire giden cüppeli hocaların “biz Atatürk’ün askerleriyiz” sloganı atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı oyduğu gibi, yarattığı insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır... Bu dünya’da ve sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir ve kendini militarist bir sloganla ifade edebilir... İşte size ‘memleketimin üniversitesinden manzaralar...’ İşte size ‘modern Türkiye’den manzaralar... Bu durum sadece üniversite denilen ama adından başka üniversiteyle ortak yanı olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye’deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor.


Solun Ergenekonla imtihanı...
Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli. Elbette operasyonun devlet içi bir operasyon olduğunda da kuşku yok ve dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da değil. Solproblemli bir kavram. Genel olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin anlaşılması gerekir. Türkiye’de sol ile sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm’den kopamamış, rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar vardır...] Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin ürettiği yalanlara, efsanelere itibar eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye’de solun ‘radikal unsurları’ arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin ‘gerçek’ bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna inanların sayısı az değildir. Türkiye’de 1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm’le aradaki sınırın kalın çizgiyle ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir anti-militarist bilinç yokluğunda solun darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini ‘ilerici’ sayıyor... Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin ‘ulusalcılığa’ meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor.
Solda olmak şurada dursun, solun karşısındaki ulusalcılar dışındaki ‘radikal solun’ da [istisnalar hariç ve genel bir çerçevede] Ergenekon Operasyonu konusunda sola yakışır bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değil. Oysa bu durum rejimi teşhir etmek için bir fırsata dönüştürülebilir, rejimle ilgili bir netleşme sağlanılabilirdi. Bu işe girişmemek için her biri kendince bir ‘gerekçe’ bulmuş görünüyor. Kimileri operasyonun gerisinde AKP’nin olduğunu düşündüğü için yapması gerekeni yapmıyor. Eğer AKP’nin de diğer düzen partileri gibi bir taşeron devlet partisi olduğunu bilselerdi, bu tür gerekçeler üretmek durumda kalmazlardı. Bunun için de asıl iktidar ile görünen iktidar arasındaki ayrımın farkında olmaları gerekirdi. Kimileri sorunun üzerine gitmenin AKP’yi güçlendireceğini düşünüyor. Başkaları operasyonun sonuna kadar gitmeyeceğini, diğerleri operasyonun asıl yapılması yerde yapılmadığını söylüyor. Kimi sol entelektüel de ‘demokrasi ve sol adına’ darbecilerden bir kısmını desteklemeye kadar işi ileri götürüyor. Operasyonun gerisinde ABD’nin olduğunu düşündükleri için uzak duranlar da var... Elbette operasyonun arkasında emperyalistler de olabilir ama bu sorunun üzerine gerektiği gibi gitmememin ve gereğini yapmamanın bir mazereti olabilir mi? Sizin kendi ilkelerinizin gereğini yapmak diye bir derdiniz yok mu? Bu gerekçelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve anyayı Konyayla karıştırmakla ilgili... Eğer öyleyse bütün bu uyduruk gerekçelerin gerisinde ne var? Belli ki, solun rejimin niteliğini anlamakla ilgili bir derdi ve kaygısı yok ve o konuda ‘bilinç’ zafiyeti var... Rejimin niteliğini tartışmayı hiçbir zaman dert etmemiş sol hareketin bileşenlerinin bu operasyonla ilgili sağlıklı bir duruş ortaya koymaları düşünülebilir miydi? Solun bu sorun karşısındaki tavrındaki tutarsızlık onun demokrasi ve özgürlükler konusundaki yetersizliğiyle de ilgili. Bizdeki sol, resmi ideoloji olan Kemalizm’den ve onun yakın akrabası olan Stalinizmden kopamamış olmaktan ötürü, demokrasiyi ve özgürlükleri hiçbir zaman önemsemedi. Bizzat kendi içinde demokrasiyi işletemeyen, kendi içinde eşitlikçi-demokratik işleyişi gerçekleştiremeyen, özgürlüklerin kıskanç savunucusu olmayan bir sol nasıl bir soldur? Bırakın demokrasiyi kıskançlıkla savunmayı, demokrasiyi ‘burjuva demokrasisi’ sayıp lânetliyor... Egemen sınıfların asla demokrasi diye bir sorunu olamayacağını, egemenliklerini ancak demokrasi ve özgürlük yokluğunda sürdürebileceklerini düşünemiyor. Aslında burjuva demokrasisi diye bir şey yok. İşçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesi sonucu burjuva düzeninde kazanılmış sınırlı mevziler var. Burjuvaların demokrasiyle ilgisi, sömürme ve egemen olmayla sınırlıdır. Egemenler için demokrasi sadece bir retoriktir ve bir ideolojik manipülasyon aracıdır... Özgürlükler ve demokrasiyse ezilen ve sömürülen sınıflara gereklidir ve ancak onların mücadelesiyle ete-kemiğe bürünebilir, içi doldurulabilir. Velhasıl Ergenekonla rejimin ayıbı ‘dışa vurmuştu’ solun bu ayıbı büyütmek, oradan giderek de Kemalist rejimi teşhir etmek gibi bir misyonu olmalıydı ama misyonunun gereğini yapmakta sınıfta kaldı...

 580023663830.jpg






Benzer Konular Daralt

2 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 2 ziyaretçi, 0 gizli