Benim de bugüne kadar anlam veremediğim bir konuya açıklık getirmişsin atlantisli abi. Demek ki o takım elbise giydiğim gün çok iyi bir şekilde karşılamaları, uğurlarken de tek bir kişinin bile gelmemesi bu yüzdenmiş. Benim görünüşümü bir şeye benzettikleri için zekâmı es geçmişler, yoksa ben çok zekiyimdir. =))
Bir gün Nasreddin Hoca fakir fukara bir kılıkta zenginlerin verdiği bir davete gidiyormuş. Eşeği çok yorulduğu için yürüyerek gitmeyi tercih etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Arkasına dönmüş, bir de bakmış ki, en az 30 km. yol gitmiş. Çok yorulmuş. Oturmuş bir ağacın dibine, sırtını ağaca dayamış, uyumaya başlamış. Kafasına ağaçtan bir ceviz düşmüş, sinirli sinirli uyanmış. Sinirliymiş, çünkü eşeği ortada yokmuş. "Seni bir bulursam karakaçan..." diye ortalarda gezinmeye başlamış. Geldiği yolun yarısını tekrar geri dönmüş ki, karakaçanı evde bıraktığı aklına gelmiş. Gülümseyerek, biraz da kendine kızarak yoluna devam etmiş. Az önce uyukladığı ağacın yanından geçerken kafasındaki şişliği farketmiş. Ağaca söylenmeye başlamış.
Artık hocanın daha fazla yürümesine gerek yokmuş. Davetin verileceği yere gelmiş, bir kalabalık, bir kalabalık. İğne atsan yere düşmez. 14. yüzyılda öyle bir kalabalık başka bir yerde görülmemiş. Meğerse dünyanın ilk World Economic Forum'u orada yapılıyormuş ve hoca da o gecenin onur konuğuymuş. Kimse hocayı farketmeyince hoca kızmaya başlamış. Tam söylene söylene çıkıp gitmeyi düşünüyormuş ki, mikrofonla adı anons edilmiş. Büyük alkışlarla konuşmasını yapmış. Sonra yemekler yenmiş, herkes evlerine dağılmış. Nasreddin Hoca da o kadar yolu tekrar yürümüş, evine gelmiş. Yorgunluktan ölmek üzereymiş. Evde bir de karısı dırdır etmeye başlamış, "Karakaçan aç kaldı. Kalk da hayvanın yemini ver." diye... Hoca, karısının her şartta galip geleceğini bildiğinden hiç öyle "İlk kim konuşursa o yemi versin." gibi kısır tartışmalara girmeden karakaçanı yemlemiş, yatağına dönmüş, yatmış uyumuş.
Birkaç gün sonra hocanın mail adresine bir e-posta gelmiş. Bu forumun ikincisi yapılacakmış ve hoca da yine onur konuğu olarak davetliymiş. Hoca gitmeye karar vermiş, geçen sefer makine bozuk olduğundan ve evde sadece matik deterjan olduğundan en güzel kıyafetlerini giyememiş ama bu sefer CarrefourSA'dan elde yıkama deterjanı alarak karısına yıkatmış. Karakaçanı da almış, yola çıkmış, hayvanın kemikleri çok batıyormuş, Nasreddin Hoca da hayvanı durdurmuş, ters dönmüş, "Belki daha az ağrır." diye öyle üstüne çıkmış. Biraz gitmiş, çocuklarla karşılaşmış, çocuklardan bir tanesi elinde blok flüt, kuzu kuzu olsun, hüp olsun, güzel güzel nağmeler çalıyormuş. Hoca çocuktan flütü istemiş, çocuk da "Olmaz hoca, geçen götürdüğünü Ahmet'e iki liraya satmışsın, sonra da 'Parayı veren düdüğü çalar.' diye posta koymuşsun. Bundan sonra ne kadar ekmek, o kadar köfte." demiş. Hoca daha aldığı şok cevabın etkisinden kurtulamadan geçenlerde uyukladığı ağacın altında Temel'i görmüş, elinde bir mektup, okuyormuş. Eşekten inmiş, gitmiş Temel'in yanına. Sohbet etmeye başlamışlar. Temel de iyi çocukmuş ama biraz safmış. "Dursun'un Amerika'ya gittiğini, iyi para kazandığını, kendisini de bu mektupla oraya çağırdığını" anlatmaya başlamış. Hocanın canı bu muhabbetten çok sıkılmış. "Ne muhabbeti açayım da bu boş konu değişsin?" diye düşünürken aklına geçen gün kafasına düşen ceviz gelmiş. "O değil de, geçen gün burada uyukluyorum. Kafama bir şey düştü, korkarak uyandım, ağaçtan düşmüş, cevizmiş. Hadi şu karşı tarlada yetişen karpuzlar bu ağaçta yetişseydi, o zaman benim kafa da karpuz gibi açılırdı." diye konuyu değiştirmeye çalışmış ama konunun değişeceği yokmuş. Biraz sonra hoca "İşim var." demiş, kalkmış gitmiş. Geçenki eve gelmiş. Bir de bakmış Ali Baba kapısı işaretlenen evlerin üzerindeki işaretleri silip başka kapıları işaretliyor. "Hayırdır!" demiş. Ali Baba hocayı görünce sinirlenmiş, "Hoca bir git ya, senin ağzında bakla ıslanmaz, söylemem." deyip kovalamış. Hoca gideceği eve gitmiş, içeri girmiş, herkes hocanın kıyafetlerini görünce mest olmuş, bir anda ilgi hocanın üzerinde toplanmış. Herkes hocayla sohbet etmeye çalışıyormuş. Sohbetler edilmiş, yemek faslına geçilmiş. Çeşit çeşit yemeklerden hangisini yiyeceğine karar veremeyen hoca ortaya karışık bir tabak almaya karar vermiş. Tam yemeğini yiyecekken adamın birisi "One Minutes! One Minutes!" diye bağırmaya başlamış. Herkes bir anda havaya hoplamış. Tabii o arada hocanın kıyafetleri de yemeğe bulanmış. Hoca çok kızmış. Gitmiş o bağıran adamı yakalamış, enseye tokadı çekmiş, "Daha senin devrin gelmedi. Hem ben İngilizce bilmiyorum, ona rağmen senin hatanı anlayabiliyorum. Sen Türkçe konuşurken 'Bir dakikalar!' mı diyorsun bre adam?" demiş. O dalyan gibi, tok sesli adam bozulmuş, başını önüne eğmiş gitmiş. Giderken de "Ben bu Davos'a bir kere daha gelirim. Ondan sonra daha da gelmem! Bu sefer konuşturmadınız beni." demiş. Hoca bakmış üstü başı leş, kendisini bir anda kürsüde de bulmuş. "Ne yapsam, ne etsem?" diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş: "Bak kürküm" demiş, "geçenlerde seninle gelmedim, özellikle seninle gelmedim, kötü kıyafetler giydim. İçeriye girdiğimde kimse benimle ilgilenmedi. Bu sefer seni giydim, girer girmez herkes benimle konuşmaya başladı. Demek ki sen benden daha değerliymişsin." demiş. Sahneden inmiş, kürkünü diğer yemeklere yaklaştırmış ve "Ye kürküm ye." diyerek her yemeğin içine girdirip çıkarmış. Sonra da arkasına bile bakmadan, ama alkışlar içinde, World Economic Forum'u terketmiş.
Buradan ne çıkaracağız? Sadece zekânızı kullanırsanız, görünüşünüzü ön plana çıkarmazsanız, söylediğiniz şeylerden hoşlandıkları kadar sizi beğenirler. Ama görünüşünüz de düzenli olursa, suratlarına tükürseniz "Ya Rabbi şükür!" derler.