Hilafet ve Halife
"Halife (Arapça’daki noktalı Hı ile) kelimesinin kökü olan half; sonraki, sonradan gelen, öncekini izleyen demek. Halef ve halife de, sonradan gelen, kendinden önce gelmiş olana vekâlet eden demektir.
Kur’an’da halife kelimesi iki yerde (2/30; Sad,26), çoğulu olan halaif sözcüğü
dört yerde ( 6/165; 10/14,73; 35/39), hem halife, hem de halıf kelimesinin çoğulu olan hulefa kelimesi de üç yerde ( 7/69,74; 27/62) geçmektedir. Bunların hiçbirinde siyasal bir anlam yoktur. Tasavvufun dile getirdiği şekliyle (insan Allah’ın halifesidir anlamında) bir kullanım da yoktur. Kelime daima, önceden gelip gitmişlerin, birey ve toplum olarak yerine geçiş ifade edilmektedir. Kur’an’ın halife sözcüğünü kullandığı ayetlerde vermek istediği mesaj şudur: Sizden öncekiler de birçok imkân ve kudrete sahip kılındı ama görevlerini savsakladıkları için hesap ve azaba müstahak hale geldiler. Şimdi siz onların yerine geçirildiniz. Görevlerinizi savsaklarsanız Allah sizin de hesabınızı görür ve yerinize başka birilerini geçirir. Yani siz, birilerinin halefi oldunuz, birileri de sizin halefiniz olur.
BİD’ATLAR, SAPTIRMALAR
* İnsanı Allah’ın –hâşâ- halifesi kabul etmek:
Kur’an’ın hiçbir ayeti insanın Allah’ın halifesi olduğunu söylemez; böyle bir şeye işarette bile bulunmaz. Bu konuda sürekli delil gösterilen 2. sure 30-33.ayetlerin söylediği, insanın Allah tarafından yeryüzüne "halife" (daha önceki insan benzeri bir neslin halefi) olarak gönderileceği ve bunun gerekçesinin de insanın sahip kılındığı bilgi-bilme potansiyeli olduğudur.
Bu ayetlerin neresinde "insanın Allah’ın halifesi" olduğu veya olacağı söyleniyor? Böyle bir şey söz konusu değildir. Ayetleri bu anlama çekmek, tasavvufun bir zorlamasıdır.
Şunu açıkça ifade etmeliyiz ki "Allah’ın halifesi" tâbiri, Kur’an’ın sergilediği tevhide zıttır, küfürdür. Allah’ın halefi olmaz ve böyle bir iddia Kur’an’dan asla onay alamaz!
Bu ayetlerden çıkarılabilecek ve Kur’an’dan onay alabilecek sonuçlar şunlar olabilir:
1.Âdem’in soyu olan insan, yeryüzünde daha önce faaliyet göstermiş bir başka insan neslinin halefidir, yani onun yerine getirilmiştir. Ayetlerden anlıyoruz ki, melekler, daha önceki nesli, yani Âdem’in soyunun selefi olan insanı tanımakta, onun kan dökücü, bozguncu bir karaktere sahip olduğunu bilmektedirler. Bu açık bir bilgidir, tahmin değil. Çünkü ayetler gösteriyor ki, melekler Allah’ın öğrettiği, gösterdiği dışında hiçbir gaybî bilgiye sahip değillerdir. O halde, adem neslinin huyunu-suyunu, tahminle söylemeleri söz konusu olamaz. Şu halde, Âdem soyundan önce yeryüzünde faaliyet göstermiş bir "önceki insan nesli" veya "insana benzer bir nesil" vardır.
* Hilafeti siyasal anlamda, halifeyi devlet başkanı anlamında değerlendirmek:
Hilafet ve halife sözcüklerine Kur’an vahyinden sonraki zamanlarda yüklenmiş siyasal anlamlara destek sağlamak için Kur’an’daki halife tâbirini kanıt göstermek tam bir saptırmadır. Kur’an’ın insan için kullandığı halife kelimesi ontolojik bir anlam taşımakta, siyasal bir yönü bulunmamaktadır. Siyasal anlamda halife söylemi isabetli veya isabetsiz bulunabilir, yine siyasal anlamda savunulabilir; bu ayrı bir meseledir. Değişmeyecek gerçek şudur:
Kur’an’da geçen hilafet kavramını siyasal anlamlara çekmek, Kur’an’daki yönetimle ilgili ilkeleri saf dışı etmiştir. Çünkü siyasal anlam yüklenen halifelik kavramı, Kur’an’ın fesat ve haksızlık sistemi (bk. Neml Suresi, 34) olarak gördüğü kırallık düzenine destek olmaktadır. Böyle olunca da Kur'an'ın, yönetim erkinin arkasına koyduğu "bey’at ve şûra" yani cumhuriyet ve demokrasi ilkeleri anlamsız kalmakta, despotizm yasallaşmaktadır. Oysaki bizzat Hz. Muhammed'in ifadesiyle, "Kisra öldüğünde artık ondan sonra kisra olmayacak, kayser öldüğünde de artık ondan sonra kayser olmayacaktır." (Beyhakî; Delailü’n-Nübüvve, 4/393)
Hadisteki kisra, Doğu kırallarına, kayser ise Batı kırallarına verilen addır. Demek ki bu iki krallık türü de tarihe karışacak ve Kur’an vahyinin gelişiyle birlikte kitlelerin yönetim biçimi bey’at ve şûra olacaktır. Yani yönetenler kitle tarafından seçilecek ve yine kitle tarafından görevden uzaklaştırılacak. Oligarşi, hanedan saltanatı, despotizm, monarşi bitecek. Peygamberlik bittiğine göre, hiçbir kişi ve zümre, kitleleri "Allah adına" yönetemeyecek, böyle bir iddia ile ortaya çıkamayacak.
Allah adına yönetmek yalnız ve yalnız peygamberlerin yetkisidir. Allah bu yetkiyi onlar dışında kimseye layık görmemiştir. Peygamberler dışındaki insanlar ancak kitle adına ve ondan aldıkları yetkiyle yönetebilirler.
Ne yazık ki, Kur’an vahyinin bu en hayatî ilkesi, hilafet kavramının yozlaştırılmasının ardından, Kur’an’ın düşman ilan ettiği yönetim biçimlerinin savunulmasında kanıt olarak kullanılmış ve Müslüman kitleler, yüzyıllarca aldatılmıştır.
* Hz. Muhammed’den sonraki devlet reislerini "Peygamber’in Halifesi" olarak anmak:
Son Peygamber’in halifesi olabileceğini düşünmek ve savunmak, Kur’an’ın nübüvvet anlayışı açısından bakıldığında açık bir sapmadır.
Allah, peygamberliği sona erdirmiştir. Allah, eğer peygamber göndermeye devam edecek olsa, elbette ki görevlendirecek birini bulurdu. Peygamberliği bitirdiğine ve bu kurum onun tanrılık tasarrufları içinde bir kurum olduğuna göre, Hz. Muhammed’den sonra ne vekâleten ne de asaleten bir peygamber olmayacak, hiçbir insan, peygamberlik yetkileriyle donanmış kabul edilmeyecek...
Bitmiş bir kurum söz konusudur. Böyle bir kurumda asaletten söz edilemeyeceği gibi, vekâletten de söz edilemez. O halde, son temsilcisi bu âlemden ayrılmış bir kurumda halefler olamaz.
Kısacası, Hz. Muhammed’in halifesi olamaz, olmaz. Devlet başkanlığı görevini kutsal bir desteğe ulaştırmak için onu "Peygamber’in yerine geçen kişiler kurumu"na dönüştürmek dinin ruhuna tamamen terstir.
Tarih boyunca, Doğu’da, Batı’da birçok toplum, krallarını ve din büyüklerini bir tür ilah gibi gördü ve saltanatı elinde tutanlar bu görüşü daha canlı ve kalıcı kılabilmek için sürekli bir biçimde dini kullandılar. Hz. Muhammed, çok düşündürücü ifadelerle bu iki gerçeğe dikkat çekmiştir. Onun beyanına göre, din adamlarını ilahlaştırmak, onların hoş görmediklerini haram, hoş gördüklerini helal kabul etmekle gerçekleşiyor.
Halife anlayışına destek sağlamada kullanılan hadis, teorik açıdan senedi ne olursa olsun, İslam dışıdır. Kur’an’ın peygamberi böyle bir sözü söylemiş olamaz. İlk dört halife de, ötekiler de sadece "devlet reisi"dir. İyisi vardır, kötüsü vardır. İyilikleri ve kötülükleri kendi içlerinde ve ait oldukları kurallar içinde değerlendirilir.
Vahyin ilkeleri açısından bilinmesi gereken şudur: Peygamber’in halefi olmaz, hiç kimseye Peygamber’in halifesi denemez.
Halife ve hilafet kavramlarıyla ilgili saptırma, özellikle ırkçı Arap hegemonyasının güçlendirilmesi için kullanıldı. Yine Hz. Peygamber’e yalanlar isnat edilerek...
* Halifenin, tüm Müslümanların birliğini temsil ettiğine inanmak:
Böyle bir inancın da siyasetin ötesinde bir değeri yoktur. Siyasal anlamda savunan savunur; tutarlı olur veya olmaz. Ama bunu din buyruğu gibi ortaya sürmek tam bir saptırmadır.
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz: İslam’da müminlerin birliğini kişi olarak Hz. Peygamber, kaynak olarak da Kur’an temsil eder. İslam, ruhban sınıfına karşı olduğu için Müslümanların birliği bir din sınıfı tarafından savunulamaz. Bu sınıf olamayacağına göre, bu sınıfın lideri diye biri de söz konusu olamaz.
İkincisi, İslam evrensel bir dindir. Ne devlet şekli önerir ne de tek devlet veya tek bayrak fikri taşır. Bu tür iddiaların tümü, kitlenin duygularını sömüren siyasal söylemlerdir. O halde, İslam, yüzlerce devlet şekli, yüzlerce devlet başkanı tarafından kabul edilebilecek ve edilmesi gereken bir ortak yaratılış değeridir. Bunun özel bir devleti ve özel bir başkanı olamaz. Her devlet, Kur’an’ın evrensel ilkelerini korumakla yükümlü olmakla birlikte yalnız kendisini ve kendisine yetki veren kitleyi temsil eder. Bunun aksini yapmak, birilerini veya bir kişiyi kutsal ve dokunulmaz kılarak rableştirir. Buna bir de "Peygamber’in halifesi" unvanı eklenince dört başlı bir çarpıklık vücut bulur. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mal olduğunu anlamak isteyenler tarihi bir kez daha dikkatlice okumalıdır.
Tam bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün, hilafetle ilgili şu sözlerini hatırlatmak yararlı olacaktır:
"Türk tarihinin en mutlu devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilafeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz, ashabına dünya milletlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükûmetleri başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden böyle bir fikir asla geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur?!"
"Bütün İslam milletleri üzerinde ulvî ve ruhanî vazifesini yapan yegâne halife fikri hakikatten değil, geleneksel din kitaplarından çıkmış bir fikirdir..." (bk. Sadi Borak; Atatürk ve Din, 91-92)
(İslam Nasıl Yozlaştırıldı; s.264-276 - 14. Baskı)
http://www.turklider...amp;ItemId=3189