İçerik değiştir



Sayı 96: Canım Sevgilim Ines / Isabel Allende


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 2 yanıt verildi

#1 Can Ka No Rey

Can Ka No Rey

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Yöneticiler
  • 9.354 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 07.12.2009 - 12:06


Gönderilen Resim

Kitap adı : CANIM SEVGİLİM INÉS
Çeviren : İnci Kut
Yazar : Isabel Allende
Dizi : Çağdaş Dünya Edebiyatı
Özgün dili : İspanyolca
Özgün adı : Inés del alma mía
Kitap türü : Roman
ISBN : 978-975-07-1105-3
Sayfa sayısı : 396
Yayın tarihi : 2009

“Herhalde meydanlara benim heykellerimi dikecekler, adımı taşıyan sokaklar ve şehirler olacaktır, aynı Pedro de Valdivia ve diğer fatihler gibi, ama erkekleri dövüşürken kasabalar kuran yüzlerce yiğit kadın unutulup gidecektir.” Bu sözlerin sahibi Inés Suárez, İspanya’nın Extremadura kentinden mütevazı bir terzi kızdır. Çapkın kocası Malagalı Juan, şan ve şeref hayalleriyle Atlantik’in öte yanındaki yeni İspanyol sömürgelerine gidince, onu bulmak umuduyla o da Yenidünya’ya yelken açan bir gemiyle yola çıkar. Gerçi Amerika’da kocasını bulamaz ama Peru fatihi İspanyol kumandan Pizarro’nun subaylarından Pedro de Valdivia ile tutkulu bir aşk yaşayacak, inanılmaz tehlikeleri cesaretle göğüsleyerek onun yanında Şili’nin fethine katılacaktır.

Isabel Allende’nin usta kaleminden çıkan, belgelere dayalı bu destansı roman, tarihin unutulmaz bir dönemindeki şiddet ve acımasızlığın yanı sıra aşk ve fedakârlık öykülerini harmanlarken, gerçek olayların en başarılı kurgulardan bile daha şaşırtıcı ve bir o kadar da sürükleyici olabileceğini kanıtlıyor.


Kitabın birinci bölümünden...

Ben, 1580 yılında Şili Krallığı’nın Yeni Extremadura eyaletindeki Santiago şehri sakinlerinden Inés Suárez. Doğum tarihimin tam olarak ne olduğundan pek emin değilim, ama anneme bakarsanız, Yakışıklı Felipe öldüğünde İspanya’yı kasıp kavuran kıtlık ve o korkunç veba salgını sonrasında doğmuşum. Ardında havada günlerce dalgalanan bir acıbadem kokusu bırakan cenaze kortejinin geçmesini seyrederken, halkın dediği gibi salgını kralın ölümünün tetiklediğini hiç sanmıyorum ben, ama yine de bilinmez. O zamanlar hâlâ genç ve güzel olan kraliçe Juana, iki yıldan fazla bir süre boyunca katafalkı oradan oraya taşıyarak tüm Kastilya’yı dolaşıp durmuş, acaba canlanır mı umuduyla kocasının dudaklarını öpmek için de arada bir tabutun kapağını kaldırırmış. Tahnitçinin sürdüğü bütün o hoş kokulu merhemlere rağmen Yakışıklı kral leş gibi kokuyormuş. Ben dünyaya geldiğimde, artık tımarhanelik bir deli olan bahtsız kraliçe, yanında kral kocasının naaşıyla birlikte Tordesillas Sarayı’na çoktan kapatılmışmış; bu da en az yetmiş kışı geride bıraktığım ve Noel’e kalmadan öleceğim anlamına geliyor. Jerte Irmağı kıyılarındaki bir Çingene kadının kehanette bulunup ölüm günümü önceden bildiğini söyleyebilirdim size, ama kitaplarda uydurulan, basıldıkları için de kesin gözüyle bakılan o yalanlardan biri olurdu bu da. O Çingene kadın, bir teklik karşılığında her zaman söyledikleri gibi, benim için yalnızca uzun bir hayat öngörmüştü. Sonumun artık yakın olduğunu bana haber verense deli yüreğim. Ailemdeki bütün kadınlar gibi yaşlanmış olarak huzur içinde yatağımda öleceğimi bilirdim hep; bu yüzden de, nasıl olsa kimse eceli gelmeden öbür dünyaya göç etmediğinden, pek çok tehlikeye atılırken gözümü bile kırpmamışımdır. Göğsümün içinde hissettiğim o dinmek bilmez dörtnala at koşturması beni yere serdiğinde, “Sen ancak iyice pimpirik olduğunda ölürsün, hanımcım” diye beni yatıştırmaya çalışırdı Catalina, Peru’ya özgü o şirin İspanyolcasıyla. Catalina’nın Keçuva dilindeki adını unutmuşum, kendisine sormak için de artık çok geç –onu evimin avlusuna defnedeli yıllar oluyor–, ama onun kehanetlerinin şaşmazlığından ve doğruluğundan kesinlikle eminim. Catalina, İnkaların tıpkı bir mücevheri andıran eski Cuzco şehrindeyken girmişti benim hizmetime, devir Francisco Pizarro devriydi, hani dedikoducuların dediklerine göre İspanya’da domuz güderken, sonunda ihtiraslarından ve uğradığı sayısız ihanetten mahvolmuş Peru valisi marki hazretlerine dönüşen şu gözü pek veledi zina. Batı Hint topraklarındaki bu yeni dünya böyle ironilerle doludur işte, burada geleneklerin yasaları hüküm sürmez, her şey bir kargaşaya dönüşmüştür: ermişlerle günahkârlar, beyazlarla zenciler, kırmalar, yerliler, melezler, soylular ve ırgatlar. İnsan kendini kıpkırmızı bir demirle dağlanmış olarak zincirlere vurulmuş bulabilir, ama ertesi gün talihi tam tersine dönüp onu en yüksek mevkilere çıkarabilir. Yenidünya’da kırk yıldan fazla yaşadım ben, kendim de bu kargaşadan yararlandığım halde oraya hâlâ alışabilmiş değilim; doğduğum köyde kalmış olsaydım, bugün kandil ışığında onca dantel örmekten gözleri görmez olmuş yoksul bir kocakarı olup çıkacaktım. Orada kalsaydım Acueducto Sokağı’ndaki terzi kadın Inés olurdum yalnızca. Buradaysa ekselansları sayın Vali Rodrigo de Quiroga’nın dul eşi, Şili Krallığı’nın fatihi ve kurucusu, son derece saygıdeğer hanımefendi Doña Inés Suárez’im.
Dedim ya, doyasıya yaşanmış en az yetmiş yıllık bir ömür sür-düm, ama hâlâ gençlik kıpırtılarına takılıp kalmış olan ruhumla yüreğim, bedenime ne halt olduğuna akıl erdiremiyor. Evlenirken Rodrigo’nun bana verdiği ilk hediye olan gümüş aynamda kendime baktığımda, oradan bana geri bakan bembeyaz saçlı o nineyi tanıyamıyorum. Kimdir gerçek Inés’i alaya alan bu kadın? Bir zamanlar olduğum saçları örgülü, dizleri yara kabuklarıyla kaplı o kız çocuğunu, gizli gizli sevişmek için kaçıp meyve bahçelerine giden o genç kızı, Rodrigo de Quiroga’ya sarılarak uyuyan o tutku dolu olgun kadını aynanın derinliklerinde bulurum umuduyla onu uzun uzadıya inceliyorum. Orada bir yere sinmiş beklediklerinden eminim, ama onları bir türlü seçemiyorum. Artık kısrağıma binmiyorum, ne metal örgülü zırh giyiyor, ne de kılıç kuşanıyorum, ama cesaretim olmadığından değil, –aslında her zaman ondan bol bir şeyim olmamıştır– bedenimin bana ihanet etmesinden. Gücüm tükeniyor, eklem yerlerim ağrıyor, kemiklerim buz kesmiş, gözlerim iyi görmez olmuş. Peru’ya ısmarladığım şu kâtip gözlüklerim olmasa bu sayfaları da yazamazdım. Mapuçe yerlilerine karşı savaşmak için çıktığı o son seferde –Tanrı rahmetini esirgemesin– Rodrigo’ya eşlik etmeyi istemiştim, ama o buna izin vermemişti. “Bunun için artık çok yaşlısın, Inés” diye gülmüştü bana. “Ben de senin kadar yaşlıyım” diye karşılık vermiştim ona, gerçi bu doğru değildi, çünkü o benden birkaç yaş küçüktü. Birbirimizi bir daha göremeyeceğimizi sanıyorduk, ama öbür dünyada birbirimize yeniden kavuşacağımızdan emin olarak gözyaşı dökmeden vedalaşmıştık. Belli etmemek için elinden geleni yaptığı halde Rodrigo’nun günlerinin sayılı olduğunu çoktandır biliyordum. Yakındığını hiç duymamıştım, dişlerini sıkarak katlanıyor, yalnızca alnındaki buz gibi terler ele veriyordu çektiği acıyı. Bir bacağında tüm merhemlerimin ve dualarımın iyileştiremediği irinli bir çıbanla, sararıp solmuş bir halde, ateşler içinde yanarak yola çıkmıştı güneye doğru; yatağındaki çarşafların arasına serilip kalmış bir ihtiyar gibi değil, çarpışmanın hengâmesi arasında yiğit bir er gibi ölme arzusunu yerine getirecekti. Ben de son nefesinde başını tutup, uzun bir ömür boyunca bana cömertçe bahşettiği aşka şükranlarımı ifade edebilmek için orada olmayı istiyordum. “Bak Inés” demişti bana, sıradağların eteklerine kadar uzanan tarlalarımızı işaret ederek. “Bütün bunlar ve yüzlerce yerlinin ruhu Tanrı’nın yardımının bizden yana olmasını sağladı. Benim görevim Arokan ülkesindeki vahşilerle çarpışmaksa, seninki de çiftliğimizi ve bize emanet olan insanları korumak.”
Onun tek başına yola çıkmasının asıl nedeni, hastalığının o acıklı halini bana göstermek istememesiydi; Bío-Bío Irmağı’nın güneyinde vahşi Mapuçe çetelerinin silahlanmış olarak hazır bekledikleri o kutsal topraklarda savaşırken, yiğitlerinin başında at sırtında hatırlanmayı yeğliyordu. Komutanlık mertebesindeydi, o yüzden emirlerini hiç olmadığım uysal bir eş gibi kabul etmiştim. Savaş alanına bir hamak içinde alıp götürdüler onu, orada damadı Martín Ruiz de Gamboa, sırf varlığıyla düşmana dehşet salsın diye, tıpkı vaktiyle Şampiyon El Cid’e de yaptıkları gibi, onu atının üstüne bağlamış. Tehlikeyi hiçe sayarak, dudaklarında benim adımla, adamlarının başında çılgın gibi atılmış öne, ama istediği ölüme kavuşamamış. Derme çatma bir tahtırevanın içinde ağır hasta olarak geri getirdiler onu bana; tümörün zehri tüm bedenini sarmıştı. Onun yerinde başkası olsaydı, hastalığın tahribatı ve savaşın verdiği bitkinlik yüzünden çoktan göçüp gitmiş olurdu, ama Rodrigo güçlü bir adamdı. “Seni ilk gördüğüm andan itibaren sevdim, sonsuza kadar da seveceğim, Inés” dedi bana ölüm döşeğinde yatarken, sonra da yaygara koparılmadan gömülmeyi ve ruhunun huzur bulması için otuz ayin yapılmasını istediğini ekledi. Biraz bulanık da olsa, tıpkı şu kâğıdın üstündeki harfleri gördüğüm gibi yanılgıya yer vermeyecek şekilde apaçık gördüm Ölüm’ü. İşte o zaman, Rodrigo hastalığının bıraktığı yıkımı hizmetkârlara göstermeyecek kadar gururlu bir adam olduğundan, onu giydirmeme yardım etmen için seni çağırdım, Isabel. Tepeden tırnağa zırhını ve perçinli çizmelerini giydirelim diye bir tek sana yani kızına ve bana izin vermişti, sonra da onu en sevdiği koltuğuna oturtup tolgasıyla kılıcını dizlerinin üstüne koymuştuk, Kilise’nin hayırduasını alıp tıpkı sağlığında olduğu gibi tam bir ağırbaşlılık içinde göçüp gitsin diye. Yanı başından hiç ayrılmayan ve hazırlıkları tamamlamamızı sessizce bekleyen Ölüm, bir ana şefkatiyle onu kollarının arasına aldıktan sonra, kocamın son nefesini duyayım diye yanına yaklaşmam için bir işaret yaptı bana.
Üzerine eğilerek onu dudaklarından öptüm, bir aşk öpücüğüyle. Sıcak bir yaz akşamı, bu evde, kollarımın arasında öldü.
Rodrigo’nun şamata koparmadan son yolculuğuna uğurlanma is-teğini yerine getiremedim, çünkü Şili’nin en sevilen, en hürmet edilen adamıydı o. Santiago şehri onun ardından gözyaşı dökerken yer yerin-den oynadı, krallığın öteki şehirlerinde de sayısız taziye gösterileri yapıldı. Yıllar önce halk, onun vali olarak atanmasını çiçekler ve arke-büz atışlarıyla kutlamak için sokaklara dökülmüştü. Nuestra Señora de las Mercedes kilisesinde layık olduğu bir törenle defnettik onu, çok yakında benim kemiklerimin de dinleneceği bu kiliseyi Kutsal Mer-yem’in şanına adayarak biz ikimiz yaptırmıştık. İspanya’nın yiğit askeri, eyalet yöneticisi, Şili fatihi ve iki kez Şili Krallığı Valisi olan kocam soylu asilzade Don Rodrigo de Quiroga’nın ruhunun huzur bulması için üç yüz yıl boyunca her hafta bir ayin yapılmasına yetecek kadar para bıraktım Merced tarikatı üyelerine. Onsuz geçen şu son aylar bitmek bilmedi.
Ama olanları anlatırken fazla ileriye atlamamalıyım; hayatımın olaylarını tam tamına ve düzgün bir şekilde anlatmazsam ipin ucunu kaçırırım; insanın belleği mantıksız bir kargaşa içinde olsa da, bir kronikteki olayların doğal sırasını izlemek zorundadır. Rodrigo’nun çalışma masasında oturup, onun alpaka yününden battaniyesine sa-rınmış olarak gece vakti yazıyorum bunları. Odamı Baltasar bekliyor, hani şu Şili’ye benimle birlikte gelip de on dört yıl boyunca yanımdan ayrılmayan köpeğin torununun torunu. O ilk Baltasar 1553’te ölmüştü, yani Valdivia’yı öldürdükleri aynı yıl, ama bana yavrularını bırakmıştı, hepsi de koca koca patili, kısacık tüylü, iri hayvanlardı. Bütün bu halılara, perdelere, döşemelere ve hizmetkârların kor halinde kömürlerle dolu tuttukları mangallara rağmen bu oda buz gibi soğuk. Sen hep şikâyet edersin Isabel, burada sıcaktan nefes alınmıyor diye; ama soğukluk havada değil, benim içimde olsa gerek. Vahşileri Hıristiyan-laştırmakla Hıristiyanları avutmaktan oluşan onca işinin arasında bana okuma yazmayı öğretmeye vakit bulabilmiş olan Peder González de Marmolejo’nun sayesinde, anılarımı ve düşüncelerimi mürekkepli kalemle kâğıda dökebiliyorum. O zamanlar bir şapel papazıydı, ama sonradan, daha ileride anlatacağım gibi, Şili’nin ilk piskoposu, aynı zamanda da bu krallığın en zengin adamı olmuştu. Ölürken mezara hiçbir şey götüremedi, ama kendisine insanların sevgisini kazandıran iyiliklerinin izlerini bıraktı ardında. Dünyanın en cömert insanı olan Rodrigo’nun dediği gibi, sonunda insan ne ekerse onu biçiyor.
En baştan başlayalım, ta ilk anılarımdan. Extremadura’nın kuze-yindeki savaşçı ve dindar sınır şehri Plasencia’da doğmuşum. Dedemin, yalnızca XIV. yüzyıldan kaldığı halde sırf hoşluk olsun diye Eski dediğimiz katedralden bir taş atımı uzaklıktaki evinde büyütüldüm. İncecik yontma taşlarla kaplı acayip kulesinin gölgesinde büyüdüm. Şehri koruyan geniş surları, ana meydanındaki gezi alanını, daracık loş sokaklarını, taştan yapılmış konaklarıyla kemerli revaklarını bir daha hiç görmedim; ablamın torunlarının hâlâ oturdukları o küçük dede evimi de öyle. Meslekten mobilya zanaatkârı olan dedem, Vera Cruz loncasındandı; onun sosyal konumunun çok üstünde olan bir onurdu bu dedem için. Şehrin en eski manastırında kurulmuş olan bu lonca, Pas-kalya Haftası’ndaki ayin yürüyüşlerinde başı çekerdi. Sarı kuşaklı mor kıyafetini giyip beyaz eldivenlerini takan dedem de Kutsal Haç’ı taşı-yanlardan biriydi. Entarisinin üzerinde kan lekeleri olurdu: İsa’nın Golgota yolunda çektiği eziyeti paylaşmak amacıyla kendi kendine indirdiği kırbaç darbelerinden çıkan kandı bu. Kutsal Paskalya Hafta-sı’nda güneş ışığını kovmak için evin kepenkleri kapatılırdı, insanlar oruç tutar, fısıltı halinde konuşurlardı; dualara, iç geçirmelere, günah çıkarmalara, adaklara indirgenirdi bütün hayat. Bir Kutsal Cuma sabahı, o zamanlar on bir yaşında olan ablam Asunción, İsa’nın izleriyle damgalanmış olarak uyanmıştı uykusundan: avuçlarının içinde korkunç yaralar açılmıştı, gökyüzüne çevrilmiş gözlerinin akları görünüyordu. Annem birkaç tokatla onu kendine getirmiş, ellerine uyguladığı örümcek ağlarıyla ve demlenmiş papatyadan oluşan sıkı bir perhizle iyileştirmişti onu. Asunción, ellerindeki yaralar kabuk bağlayana kadar evde hapis kalmış, annem de, kızını panayır ucubesi gibi kiliseden kiliseye dolaştırmalarını istemediğinden, bu olayı ağzımıza almamızı yasakla-mıştı bizlere. Asunción, yörede damgalanmış tek kişi değildi: her yıl Kutsal Paskalya Haftası’nda kız çocuklardan biri benzer bir olayı yaşar, ya irade gücüyle havada yükselir, ya etrafa gül kokuları saçar, ya da kanatları çıkardı, hemen ardından da müminlerin coşkusunun hedefi haline gelirdi. Hatırladığım kadarıyla bu kızların hepsi de sonunda manastırlardan birinde rahibe olmuşlardı, bir tek Asunción dışında; annemin ihtiyatlı davranması, ailenin de suskun kalması sayesinde ablam bu mucizeyi sağ salim atlatmış, evlenip bir sürü çocuk sahibi olmuştu; bunların arasında, bu anlatıda daha ileride ortaya çıkacak olan yeğenim Constanza da vardı.
O ayin yürüyüşlerini çok iyi hatırlıyorum, çünkü bunlardan bi-rinde tanımıştım Juan’ı, yani sonradan ilk kocam olacak adamı. 1526 yılıydı, imparatorumuz V. Carlos’un, bütün ömrü boyunca seveceği kuzini, güzeller güzeli Portekiz prensesi Isabel’le düğünlerinin yapıldığı yıldı bu; aynı yıl Muhteşem Süleyman da Türk ordusunun başında Avrupa’nın göbeğine kadar girerek Hıristiyan dünyasını tehdit etmeye başlamıştı. Müslümanların gaddarlıklarıyla ilgili söylentiler insanların içine dehşet salıyor, bu melun çapulcuları Plasencia surlarının önünde görür gibi oluyorduk. O yıl bu korkunun kışkırtmasıyla insanların içindeki din ateşi artık bir çılgınlık derecesine varmıştı. Ben de ayin yürüyüşlerine katılıyor, oruçtan, mumların dumanından, kan ve günlük kokusundan, duaların yaygaraları ve kendilerini kırbaçlayanların inil-tilerinden başım dönmüş bir halde, ailemin arkasından uyurgezer gibi yürüyordum. Kukuletalı kalabalıkların ve tövbekârların arasında Juan hemen gözüme çarpmıştı. Zaten onu görmemek imkânsızdı, boyu ötekilerden bir karış uzundu, kafası kalabalığın üzerinden görünüyordu. Savaşçılarınki gibi geniş bir sırtı, koyu renk kıvırcık saçları, kemerli bir burnu vardı, o kedi gözleriyle benim bakışıma karşılık vererek merakla bakmıştı bana. Onu işaret ederek, “Şu da kim?” diye sormuştum anneme ama yanıt yerine bir dirsek darbesiyle başımı önüme eğmem yolunda sert bir uyarı gelmişti ondan. Benim nişanlım yoktu, çünkü dedem, istediği erkek torunun yerine dünyaya gelmiş olmamın cezası olarak son yıllarında kendisine bakayım diye bekâr kalmama karar vermişti. İki defa drahoma verecek hali yoktu, Asunción’un uygun biriyle nişanlanması için daha fazla şansı olduğu kanısına varmıştı, çünkü erkeklerin bayıldıkları o pembe beyaz, etli butlu güzellerden biriydi o, üstelik uysaldı da; oysa ben bir deri bir kemik ve adaleliydim, dahası katır gibi de inatçıydım. Hiç de tatlılık timsali olmayan annemle rahmetli anneanneme çekmişim. O zamanlar dediklerine göre en güzel yanım kara kara gözlerimle genç kısrak yelesini andıran saçlarımdı, ama aynı şey İspanya’daki kızların yarısı için söylenebilirdi. Ellerimin işe çok yatkın olduğu kesin: Plasencia ve civarında benim kadar ince işle dikiş ve nakış yapan bir kişi daha yoktu. Bu uğraşımla sekiz yaşımdan itibaren ailemin geçimine katkıda bulunmuş, dedemin bana vermeyi hiç düşünmediği drahoma için para da biriktirmiştim; kendime bir koca bulmaya niyetliydim, çünkü öfkesi burnundaki dedemin yanında beni bekleyen kadere boyun eğmektense müstakbel çocuklarımla boğuşmayı yeğliyordum. Kutsal Paskalya Haftası’ndaki o gün, annemin sözünü dinleyeceğim yerde, başörtümü geriye atıp tanımadığım o adama gü-lümsedim. İşte Malaga kökenli Juan’la aşkımız böyle başladı. Dedem başlangıçta karşı gelmiş, evimizdeki hayat tam bir çılgınlığa varmıştı; hakaretler ve tabaklar havada uçuşuyordu, kapıları vurmaktan duvarların biri çatlamıştı, araya giren annem olmasaydı dedemle birbirimizi gırt-laklayacaktık. Ama öylesine başının etini yemiştim ki sonunda usanıp razı oldu. Juan bende ne bulmuştu bilmiyorum ama önemi yok, olan şu ki tanışmamızın üstünden çok geçmeden bir yıl sonra evlenmeye karar vermiştik; onun kendine bir iş bulması, benim de cılız drahomamı artırabilmem için gerekliydi bu süre.
Juan, önceleri bana hiçbir kadının karşı koyamayacağı kadar ya-kışıklı ve neşeli görünen, ama çok acı çektirdiği için sonradan keşke başka bir kadın çıksa da onu alıp gitse dedirten türden bir adamdı. Hiçbir zahmete girmediği gibi, karşısındaki kadını baştan çıkarma zahmetine de girmezdi, çünkü kadınları heyecanlandırmak için onun o kibar pezevenk hali yeterliydi; cazibesini kullanmaya başladığı on dört yaşından beri kadınlarla haşır neşir yaşıyordu. Onun yüzünden kocala-rını boynuzlayan erkeklerin ve kıskanç bir kocadan yediği zılgıtla kaç kez kaçıp gittiğinin hesabını bilmediğini söylerdi gülerek. “Ama artık seninle birlikteyken bütün bunlar sona erdi, hayatım” diye de eklerdi beni yatıştırmak için, bir yandan da göz ucuyla ablamı gözlerken. Kibarlığı ve cana yakınlığıyla erkeklerin de beğenisini kazanmıştı; içki ve oyun masasında çok iyiydi, açık saçık hikâyelerden ve kolay para kazanmanın harika yollarından oluşan sonu gelmez bir dağarcığı vardı. Çok geçmeden aklının fikrinin ufuklarda olduğu ve sabahları hep bir doyumsuzluk içinde uyandığını fark etmiştim. O devirdeki pek çokları gibi onun da kafası Yenidünya’yla ilgili masalsı hikâyelerle doluydu; oralarda en büyük hazinelerle şan ve şeref, tehlikeleri göze almaya hazır yiğitlerin elinin altındaydı. Kendisini büyük kahramanlıkların beklediğine inanıyordu, tıpkı elindeki tek sermayesi olan cesaretiyle denizlere açılarak dünyanın öbür yarısıyla karşılaşan Kristof Kolomb, ya da İspanyol imparatorluğunun en değerli hazinesi olan Meksika’yı elde eden Hernán Cortés gibi.
“Dediklerine göre dünyanın o taraflarında keşfedilmedik bir şey kalmamış,” diye iddia ediyordum ben, onu caydırmak hevesiyle.
“Amma da cahilsin be kadın! Fethedilen yerlerin çok daha fazlası fethedilmeyi bekliyor. Panama’dan güneye doğru el değmemiş topraklar uzanıyormuş, Hazreti Süleyman’ın hazinelerinin daha fazlası varmış oralarda.”
Yaptığı planlar beni dehşete düşürüyordu, çünkü bunlar birbiri-mizden ayrılacağımız anlamına geliyordu. Üstelik, meyhanelerde anlatılanlardan her şeyi öğrenen dedemin ağzından duyduğuma göre, Meksika’daki Aztekler insan kurban ediyorlardı. Bir fersah uzunlu-ğunda kuyruklar oluşturan binlerce ve binlerce talihsiz esir, tapınakların basamaklarını tırmanmak için sıralarının gelmesini beklerken, oradaki rahipler –üstleri başları kurumuş kanla kaplı, her taraflarından şakır şakır taze kan akan, darmadağınık saçlı o korkunç adamlar– ellerindeki obsidiyenden yapılma bıçaklarla onların yüreklerini yerlerinden söküyorlardı. Cesetler basamaklardan aşağı yuvarlanıp en altta üst üste yığılıyor, çürümeye yüz tutmuş et yığınları oluşturuyordu. Şehir bir kan gölünün üstünde yükselmişti; insan etinden gına getirmiş olan yırtıcı kuşlar o kadar ağırlaşmışlardı ki artık uçamaz olmuşlar, etobur sıçanlarsa çoban köpeklerinin büyüklüğüne erişmişlerdi. Bu olayları duymayan İspanyol kalmamıştı, ama Juan’ı yıldırmaya yetmiyordu bunlar.
Ben sabah karanlığından gece yarısına kadar iş işleyip dikiş di-kerken, Juan’ın günleri meyhanelerde ve meydanlarda genç kızlarla fahişeleri ayrım gözetmeden baştan çıkarmakla ve şehir sakinlerini eğlendirmekle geçiyor, kendi ifadesine göre onun çapında bir adam için gidilebilecek tek yer olan Batı Hint topraklarına gitmek üzere bir gemiye kapağı atma hayaliyle yaşıyordu. Ara sıra haftalarca, hatta aylarca ortadan kaybolur, geri döndüğünde hiçbir açıklama yapmazdı. Acaba nereye gidiyordu? Bunu hiçbir zaman söylemedi, ama denizleri aş-maktan o kadar çok söz ediyordu ki insanlar onu alaya alıyorlardı, bana da “Batı Hint gelini” diye isim takmışlardı. Onun bu aylaklıklarına kabul edilemeyecek bir sabırla katlanmıştım, çünkü âşık olduğum zamanlar hep olduğum gibi aklım başımda değildi, her yanım aşk ateşiyle yanıyordu. Juan beni güldürüyor, şarkılar ve açık saçık manilerle eğlendiriyor, öpücüklerle yumuşatıyordu. Bana şöyle bir dokunması, hıçkırıklarımı iç çekmelere, kızgınlığımı arzuya dönüştürmeye yetiyordu. Her şeyi bağışlayan aşk ne kadar da gönül alıcı oluyor! Bir ormandaki çalıların arasına gizlenmiş olarak ilk kucaklaşmamızı hiç unutmam. Mevsim yazdı, defne kokuları içindeki ılık ve verimli toprak sanki yürek gibi atıyordu. Dedikoduya meydan vermemek için Plasencia’dan ayrı ayrı yola çıkmış, tepeden aşağı inerek surlarla çevrili şehri geride bırakmıştık. Irmakta buluştuk, el ele tutuşup sık çalılıklara doğru koşarak, yoldan uzakta bir yer aradık. Juan yaprakları bir araya toplayarak kendimize bir yuva yaptı, üstüne oturayım diye kısa ceketini çıkardı, sonra da haz almanın bazı yollarını hiç aceleye getirmeden gösterdi bana. Yanımızda zeytin, ekmek, dedemden aşırdığım bir şişe de şarap getirmiştik, neşe içinde birbirimizin ağzından yudumluyorduk şarabı. Öpücükler, şarap, kahkahalar, topraktan fışkıran sıcaklık ve birbirine âşık olan biz ikimiz. Bluzumu ve gömleğimi çıkarmış, göğüslerimi yalamıştı; şeftali gibi olgun ve tatlı olduklarını söylüyordu, oysa bana daha çok sert erikler gibi görünüyorlardı. Sonra da zevkten ve aşktan öleceğimi sanacak hale getirene kadar diliyle bütün vücudumu keşfetti. Yaprakların üzerine sırtüstü yatıp beni üstüne oturttuğunu hatırlıyorum, çırılçıplak, terden ve arzudan sırılsıklam, çünkü raksımızın ritmini benim saptamamı istiyordu. Böylelikle, tıpkı oyun oynar gibi, yavaş yavaş, korkmadan ve acı çekmeden sona erdirdim bekâretimi. Vecde geldiğim bir anda gözlerimi ormanın yemyeşil kubbesine, oradan da daha yukarılara, o yaz gününün sımsıcak gökyüzüne kaldırarak, sırf içimdeki sevinçle uzun uzun haykırdım.
Juan olmadığı zamanlarda tutkum soğumaya yüz tutuyor, öfkem kabarıyor, onu hayatımdan atmaya karar veriyordum; ama sıradan bir bahaneyle ve kusursuz bir âşığın becerikli elleriyle geri döner dönmez yeniden boyun eğiyordum ona. İşte böylelikle yine aynı döngü başlı-yordu: baştan çıkarmalar, vaatler, teslimiyet, aşkın verdiği mutluluk ve yeni bir ayrılığın acısı. Birinci yılımız düğün tarihimizi saptamadan geçip gitmiş, onu ikincisi ve üçüncüsü izlemişti. Artık o zamana kadar itibarım yerlerde sürünür hale gelmişti, insanlar kapalı kapılar ardında olmadık şeyler yaptığımızı konuşup duruyorlardı. Doğruydu da, ama kimsede bunu ispat edecek kanıt yoktu, biz de çok tedbirliydik. Bana uzun bir ömür öngörmüş olan o aynı Çingene kadın, gebe kalmamanın sırrını satmıştı bana: sirkeye batırılmış bir süngeri sokuyordum içeri. Ablam Asunción’un ve arkadaşlarımın tavsiyelerinden bildiğim kada-rıyla, bir erkeğe hükmetmenin en güzel yolu ona lütufta bulunmaya yanaşmamaktı, ama Malagalı Juan söz konusu olduğunda din şehidi bir azize bile başaramazdı bunu. Yalnızca kapalı kapıların ardında değil, nerede olursa orada sevişmek için onunla baş başa kalmanın yollarını arayan asıl bendim. Beni herhangi bir pozisyonda ve birkaç dakika içinde mutlu etmek gibi olağandışı bir yeteneğe sahipti, bunu bir daha başka hiçbir erkekte bulamamıştım. Benim aldığım zevke kendininkinden daha fazla önem verirdi. Bedenimin haritasını ezber-lemişti, tek başımayken de keyfini çıkarayım diye bunu bana da öğ-retmişti. “Ne kadar da güzelsin canım” deyip dururdu bana. Ben onun bu pohpohlayıcı düşüncesine katılmıyordum ama Extremadura’nın en yakışıklı erkeğinin içinde arzu uyandırıyor olmaktan da gururluydum. Kilisenin karanlık köşelerinde bile tavşanlar gibi yaptığımızı dedem bilse ikimizi de öldürürdü; namusuna pek düşkündü. Bu namus da daha çok ailesindeki kadınların iffetli olmasına bağlıydı, bu yüzden de insanların yaptıkları ilk dedikodular onun o kıllı kulaklarına ulaştığında öfkeden küplere bindi, sopayla döve döve cehenneme göndermekle tehdit etti beni. “Namus lekesi ancak kanla temizlenir” diyordu. Annem, elleri belinde, son hızla gelen bir boğayı bile durdurmaya yetecek o bakışlarıyla önüne dikildi, benim evlenmeye hazır olduğumu, bütün işin Juan’ı razı etmekte olduğunu anlattı ona. Bunun üzerine dedem, kendisine zaten çok fazla yalvartmış olan çekimser sevgilimi yola getirmek için, Vera Cruz loncasından tanıdığı ve Plasencia’da nüfuzlu kişiler olan dostlarını araya koydu.
Eylül ayında ışıltılı bir salı günü evlendik; şehir meydanında pazar kurulduğu gündü; çiçeklerin, taptaze meyve ve sebzelerin mis gibi kokusu bütün şehri sarmıştı. Düğünden sonra Juan beni Malaga’ya götürdü, orada kiralık bir odaya yerleştik, sokağa açılan pencerelerini dantel perdelerle, içerisini de dedemin atölyesinde yaptığı mobilyalarla güzelleştirmeye çalışmıştım. Birbirimizi uzun zamandır evliymişiz gibi tanıdığımız halde, Juan, elinde hayal gücü kuvvetli bir tutkudan başka bir sermayesi olmadan, ama tam bir aygır coşkusuyla üstlenmişti koca rolünü. Öyle günler oluyordu ki saatler sevişmekle uçup gidiyor, gi-yinmeye bile vakit bulamıyorduk; hatta yemekleri bile yatakta yediğimiz oluyordu. Aşkımızın tüm çılgınlıklarına rağmen, elverişlilik açısından bakıldığında, bu evliliğin bir hata olduğunu çok geçmeden anlamıştım. Juan’ın halinde şaşılacak bir şey yoktu, kişiliğini bana daha önceki yıllarda göstermişti, ama onun kusurlarını belli bir uzaklıktan görmekle onlarla birlikte yaşamak arasında fark vardı. Hatırladığım kadarıyla kocamın yegâne iyi yanı yatakta beni mutlu etme içgüdüsü ve hayran olmaktan hiç bıkmadığım o yakışıklı matador havasıydı.
“Bu adamın pek bir işe yaradığı yok,” diye beni uyardı annem, bizi ziyarete geldiği bir gün.
“Bana evlat versin de gerisi önemli değil,” dedim.
“Peki çocukları kim geçindirecek?” diye üsteledi annem.
“Ben kendim geçindiririm, bunun için elimde iğne ipliğim var ya,” diye karşılık verdim, meydan okurcasına.
Sabahtan akşama kadar çalışmaya alışıktım, dikişimin ve işleme-lerimin müşterisi hiç eksik olmuyordu. Ayrıca hamur açıp etli ve soğanlı börekler yapıyor, değirmendeki halk fırınlarında pişirip gün ışırken şehir meydanında satıyordum. Sıkı, esnek, incecik bir hamur elde edebilmek için gerekli yağ ve unun ideal oranını yapa yapa iyice öğ-renmiştim. Böreklerim nam salmış, çok geçmeden dikiş dikmekten çok börek yaparak para kazanır olmuştum.
Annem, mucizeler yaratan Yardımsever Meryem Anamızın tahta bir heykelciğini rahmimi kutsasın diye hediye etmişti bana, ama herhalde Bakire Meryem’in elinde daha önemli işler vardı ki benim yal-varmalarıma kulak asmadı. Birkaç yıldan beri o sirkeli süngeri kullan-mıyordum, ama çocuk falan olmamıştı. Juan’la paylaştığımız tutku her iki taraf için de giderek bir hoşnutsuzluğa dönüşüyordu. Ben ondan daha fazla şeyler bekleyip ona karşı daha az hoşgörülü oldukça, o benden uzaklaşıyordu. Sonunda artık neredeyse onunla konuşmaz olmuştum, o ise yalnızca bağırarak konuşuyor, ama bana vurmaya cesaret edemiyordu, çünkü bana el kaldırdığı ilk seferinde demir bir tavayı kafasına indirmiştim, tıpkı anneannemin dedeme, daha sonra annemin de babama yaptığı gibi. Dediklerine göre işte o tava darbesi yüzünden babam bizi bırakıp gitmiş, bir daha da onu görmemiştik. Hiç değilse bu konuda bizim aile farklıydı: bizde erkekler karılarını değil, yalnızca çocuklarını döverlerdi. Juan’ın kafasına şöyle hafifçe bir darbe indirmiştim, ama demir kızgın olduğundan alnında iz bırakmıştı. Onun gibi kibirli bir erkek için bu önemsiz yanık tam bir facia olmuş, ama bana saygı göstermesini sağlamıştı. O tava darbesi onun tehditlerine bir son vermişti, ama itiraf etmeliyim ki ilişkimizi düzeltmeye yardımcı olmadı; o yanık izini her ellediğinde gözlerinde canice bir ışıltı beliri-yordu. Daha önceleri büyük bir cömertlikle verdiği zevki esirgeyerek cezalandırdı beni. Hayatım değişmişti, haftalar ve aylar sanki kürek mahkûmuymuşum gibi uzayıp gidiyordu, çalışmaktan başka bir şey yapmıyor, kısırlığıma ve zavallılığıma üzülüp duruyordum. Kocamın kaprisleri ve borçları, alacaklılarıyla yüzleşme utancından kaçınmak için üstlendiğim ağır bir yük olmuştu benim için. Öpüşmekle geçen uzun gecelerimiz ve yataktaki tembel sabahlarımız sona ermişti; kucak-laşmalarımızın arası uzamış, tıpkı tecavüze benzeyen kısa ve hoyrat sevişmelere dönüşmüştü. Yalnızca bir çocuk sahibi olma umuduyla dayanıyordum bunlara. Bugün bütün hayatımı yaşlılığın serinkanlılığı içinde gözden geçirdiğimde anlıyorum ki Meryem Ana’nın asıl inayeti benden analığı esirgemek ve böylelikle olağandışı bir kaderi yaşamamı sağlamak olmuş. Çocuklarım olsaydı, kadınların her zaman oldukları gibi ben de elim kolum bağlı kalacaktım; çocuklarım olsaydı Malagalı Juan tarafından terk edilmiş olarak dikiş dikip börek yapıyor olacaktım; çocuklarım olsaydı bu Şili Krallığı’nı fethetmiş olamayacaktım.
Kocam, onun borçlarını ödemek için benim imkânsızı başaraca-ğımdan emin bir halde yakışıklı zamparalar gibi giyinip kuşanıyor, bir asilzade gibi para harcıyordu. Kendini içkiye vermiş, sık sık orospular sokağına gider olmuştu, günlerce oralarda ortadan kayboluyordu, sonunda gidip onu bulsunlar diye kabadayılara para veriyordum. Üstü başı bit içinde, utanılacak bir halde onu bana geri getiriyorlardı; ben de bitlerini ayıklıyor, ama utancını besliyordum. Onun o heykel gibi düzgün bedenine ve profiline hayran olmaktan vazgeçmiş, tıpkı ya-bandomuzuna benzeyen ama hiç durmadan çalışarak evlatlarına çok iyi babalık yapan bir adamla evli olan ablam Asunción’u kıskanmaya başlamıştım. Juan’ın canı sıkılıyordu, bense umutsuzluğa kapılıyordum, bu yüzden de sonunda, çocukların topazlarla ve zümrütlerle oyun oynadıkları som altından yapılma bir şehir olan El Dorado’yu aramak üzere Batı Hint topraklarına doğru yola çıkmaya karar verdiğinde onu durdurmaya kalkışmadım. Birkaç hafta sonra, yanında giysi çıkını ve ocağın arkasındaki yerinden gizlice aldığı son paramla, sabahın kör karanlığında veda bile etmeden çıkıp gitti.
Juan hayallerini bana da bulaştırmayı başarmıştı; gerçi Batı Hint topraklarından servet yapmış olarak geri dönmüş herhangi bir serüvenciyi görmek bana hiç nasip olmamıştı, onlar, tam tersine, hasta ve çıldırmış olarak, sefil bir halde geri dönüyorlardı. Servet kazananlar paralarını kaybediyorlar, oralarda var olduğu anlatılan uçsuz bucaksız çiftliklerin sahipleriyse onları yanlarında alıp gelemiyorlardı. Yine de bu ve benzeri nedenler, Yenidünya’nın dayanılmaz çekiciliği karşısında buhar olup uçuyordu. Yoksa Batı Hint topraklarından gelme külçe külçe altınlarla dolu yük arabaları geçmiyor muydu Madrid sokaklarından? Ben, Juan gibi, ebedi gençlik aşılayan büyülü suların aktığı ya da erkeklerle düşüp kalktıktan sonra onları mücevherlere gark olmuş olarak geri yollayan Amazonların bulunduğu altından yapılma bir şehrin varlığına inanmıyor, ama orada bunlardan çok değerli bir şeyin, yani özgürlüğün bulunduğundan kuşkulanıyordum. Batı Hint topraklarında her insan kendi kendinin efendisiydi, hiç kimsenin önünde eğilmeye gerek yoktu, hatalar işlenebilir, her şeye yeniden başlanabilirdi, başka bir kişi olunabilir, başka bir hayat yaşanabilirdi. Orada hiç kimse namussuzluğu uzun süre sırtında taşımıyor, en mütevazı insan bile zirveye tırmanabiliyordu. “Kafamın tepesinde yalnızca tüylü şapkam var,” derdi Juan. Erkek olsam ben de bu serüvene atılacağıma göre kocamı bu yüzden nasıl kınayabilirdim?

.....

Gönderilen Resim

Isabel Allende kimdir ?

Isabel Allende Llona (d. 2 Ağustos 1942) Şilili yazar.

Allende, Şili büyükelçisi Tomás Allende'nin kızı olarak Lima, Peru'da doğdu. Şili'nin 1970'le 1973 yılları arasında cumhurbaşkanı olmuş Salvador Allende'nin de yeğenidir. 1945'te annesiyle babası ayrıldı ve annesi Şili'ye üç çocuğuyla yeniden yerleşti. 1953'e kadar orada yaşadıktan sonra ortaokul eğitimini tamamlamak için tekrar 1958'de Şili'ye döndüler.

Eğitim kaynakları aşağıdaki gibiydi:

* Beyrut, Lübnan'da kızlara özel dinî eğitim veren İngilizce dil okulu.
* Santiago, Şili'de kızların gittiği lüks bir okul.
* Büyükbabasından evde özellikle tarih ve coğrafya dersleri
* William Shakespeare'ın tüm eserleri, Alanso de Ercilla'nın büyük epik şiiri La Araucana ve daha birçok kitaptan okuma

Yetişkin Hayatı

Şili'de ilk eşi Miguel Frías'la 1962 yılında evlendi. 11 Eylül 1973'te amcası Şili'nin ilk sosyalist Başkanı Salvador Allende, general Augusto Pinochet önderliğindeki ordu tarafından devrilince ve ölünce/öldürülünce, Allende ailesiyle birlikte önce Karakas Venezuela'ya daha sonra San Francisco ABD'ye sürgüne gitti.

Eserleri

* Ruhlar Evi (La casa de los espíritus, 1982)
* La gorda de porcelana (1984)
* Aşktan ve Gölgeden (De amor y de sombra, 1984)
* Eva Luna (1987)
* Eva Luna Anlatıyor (Cuentos de Eva Luna, 1989)
* Sonsuz Düzen (El plan infinito, 1991)
* Paula (1995)
* Afrodit (Afrodita, 1998)
* Kaderin Kızı (Hija de la fortuna, 1999)
* Sararmış Bir Fotoğraf (Retrato en sepia, 2000)
* Canavarlar Kenti (La ciudad de las bestias, 2002)
* Yüreğimdeki Ülkem (Mi país inventado, 2003)
* Altın Ejder Krallığı (El Reino del Dragón de Oro, 2003)
* Pigmenler Ormanı (El bosque de los pigmeos, 2004)
* Zorro: Efsanenin Başlangıcı (El Zorro: Comienza la Leyenda, 2005)
* Inés del alma mía (2006)
* La Suma de los Días (2007)
* Una Tribu de Novela (2007)
* Tributo al Libertador Pinochet (2007)

#2 dokuzharf

dokuzharf

    ...

  • Kurucular
  • 19.758 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:İzmir

Gönderim zamanı 07.12.2009 - 15:02

Genelde gazete köşelerinde köşe yazarları kitap, sinema , tiyatro veyahutta bir etkinliği beğendiğinde kendi görüşlerini yazıya dökerler. Bu köşe yazısında kopyala yapıştır usulü olmuş ve okuyucuya bu şekilde hizmet verilmiş.

Kitabı okuyan birisi misiniz bilmiyorum ama kitabı okuduktan sonraki görüşlerinizi , eleştirilerinizi, beğeninizi bildirmiş olmanız okuyucuda daha iyi bir etki bırakırdı diye düşünüyorum.

Yine de kitap okuma alışkanlığının kazandırılması açısından kitap tanıtımlarının yaygınlaştırılması , okuyucuya daha anlaşılır dilde anlatılması , köşe yazarının yazısını okuduktan sonra "bu kitabı alıp okumalıyım" düşüncesi yer ettirilmeli okuyucuya..

El emeği var elbette yazınızda, elinize sağlık.


( Çok çıtıpıtı mı oldum bu mesajı yazarken ? *lan )

Değişiklikler Kaydedildi...

#3 Can Ka No Rey

Can Ka No Rey

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Yöneticiler
  • 9.354 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 07.12.2009 - 16:06

Sizin söylediklerinizi yapabilmem için, tanıtımını yapacağım kitabı iki hafta içerisinde okumam gerekir. Kitabı okuyacağım ki, kitap hakkındaki düşüncelerimi ve eleştirilerimi paylaşabileyim. Bunu yapmak mümkün olmadığı için, yeni çıkan ve popüler olan kitapları iki haftada bir, yazar hakkında da bilgi vererek tanıtmayı uygun görüyor ve kitabın okunup okunmaması konusundaki kararı okuyucularımıza bırakıyorum.

Eleştiriniz için teşekkür eder, saygılar sunarım.





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

6 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 6 ziyaretçi, 0 gizli