TEKEL eylemi: Duru gökte çakan şimşek gibi! Ali İleri
İşçiler, eylemlerinin bilinçli öznesi olmayı başardıklarında, muhtemel saldırıların önünü alabilir; zafere ulaşabilir; modern kölelik zincirlerini kırmaya yönelik daha büyük bir mücadeleyi tetikleyebilirler
Daha 8 yıl öncesinde, 110 yaprak tütün işyeri, 6 sigara fabrikası, 19 alkollü içki üretim tesisi, 84 pazarlama müdürlüğü, 10 tuz işletmesi, bir kibrit, bir ambalaj, bir suni ipek ve viskon fabrikasında otuz binden fazlaydılar. Oysa şimdi, kapatılacağı duyurulan 57 yaprak tütün işyeri, iki tuz işletmesi ve bir ambalaj fabrikasına sıkıştırılmış on iki bin kişi kalmışlardı. Tütün Rejisi ile başlayan 127 yıllık yaşam öyküsüne son verilen “TEKEL”in adıyla anılıyorlardı: TEKEL işçileri; eylemleri de öyle: TEKEL eylemi..
Sermayenin saldırısı
12 Eylül’le başladı12 Eylül 1980’de, ancak devletin silahlı gücüyle, gecikmeli olarak yürürlüğe sokabildiği 24 Ocak Kararlarıyla sermaye, ülkedeki hareketini dünyadaki hareketiyle uyumlu kılacak “yeni” bir yürüyüş başlatıyordu. Cuntanın öncelikli görevi, bu yürüyüşün önünde engel olduğu düşünülen mevzileri, işçi sınıfının siyasal, sendikal örgütlerinden başlayarak dağıtmaktı. İşçi sınıfının öncüleri tutuklandı, işkenceye alındı, katledildi. Sermaye, yürüyüşünü 12 Eylül Anayasası ile güvenceye aldı.
İstanbul’un orta yerine türbesi dikilen 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal’ın Başbakanlığında, 1984’te başlayan sigara ithalatı ve 1986’da sigara üretimine verilen izinle, Tekel işçileri de sermayenin “yeni” yürüyüşüyle doğrudan tanıştılar. “Karaoğlan”ın Başbakanlığında, DSP-MHP-ANAP hükümetinin ve onun Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in üstün gayretleriyle 2002’de kabul edilen Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğünün yeniden yapılandırılmasıyla ilgili 4733 sayılı yasayla, Tekel’in ölüm fermanı imzalandı. Fermanı uygulamak AKP’ye kaldı.
Kırk satır mı? Kırk katır mı? AKP Hükümeti, yasaya dayanarak Tekeli üçe böldü. Önce alkollü içecekler üretim tesislerini, sonra da sigara fabrikalarını sattı. Çoğunluğu depodan ibaret kalan Tütün Yaprak İşletmelerini, yaklaşık on iki bin işçiyle birlikte sona bıraktı.
Üretimden gelen güçleri fiilen ellerinden çekilip alınmış işçiler, sömürü koşullarının mevcut haliyle devam etmesini bile, artık bir kazanım sayıyorlardı. Kendilerine verilen “Tekel ile ilgili düzenleme yapılırken, talebiniz değerlendirilecek” sözüne güveniyor; çoğunun oylarıyla iktidar olmuş bir hükümetin vicdanının da başka türlüsüne cevaz vermeyeceğini düşünüyorlardı. Din kardeşi değil miydiler?
Gün geldi çattı. Aralık başında Genel Müdürlükten işletmelere doğru fakslar aktı. Geriye ne kaldıysa tasfiye edilecek; işletmeler kapanacaktı. İşçilerden isteyenler, ihbar ve kıdem tazminatlarını alarak ya doğrudan işsizliği, ya da 4-C statüsünde, yani modern kölelik koşullarında, başka kamu kurumlarında on ay çalışıp iki ay ücretsiz izin yaparak, 650 lira aylık ortalama ücreti; izin dönüşü iş akitlerinin aynı koşullarda yenilenme şansını kullanmayı tercih edebilirlerdi.
Ölmek var! Dönmek yok!İstikballeri için uygun görülen her iki seçeneği de, kazanılmış haklarına sarılarak reddeden Tekel işçileri, sermayenin tarihe mal etmeye çalıştığı “TEKEL” isminin, bu defa, insanlığın kurtuluş mücadelesinde ölümsüzleşeceği bir mücadeleyi başlatıyorlardı. Ankara’ya gidecekler; gerekirse meclise yürüyecekler ve haklarını almadan geri dönmeyeceklerdi. Bu uğurda “ölmek var, dönmek yok!”tu.
İki haftada hazırlandılar. 15 Aralık’ta battaniyeli, yağmurluklu sırt çantalarıyla, 106 otobüsle, ülkenin tütün ekilen dört bir yanından Ankara’ya aktılar; 6 bin TEKEL işçisi, AKP Genel Merkezi önünde buluştular.
Milliyetçiliğin, yurtseverlikten ırkçılığa farklı tonlara büründüğü, ulusal kavgaların asıl mücadeleyi kararttığı bir ortamda, kadını erkeğiyle Türk ve Kürt emekçilerinin sermayeye karşı eylemde ördükleri kararlı, militanca birlik; Tekel eyleminin sermaye tarafından ciddiye alınması için yeterliydi. Hele de şekerin özelleştirilmesinin gündemde olduğu bir sırada, işçilerin kazandığı her durumda bu eylem, hakları gasp edilmiş örgütsüz milyonlara “kötü örnek” olacaktı. Bu yüzden zor kullanılarak dağıtılmak; sonlandırılmak istendi. Biber gazı eşliğinde coplar çalıştı. O zamana kadar kendiliğinden yürüyen eylem, dağılan işçilerin Türk-iş Genel Merkezinde toplanmasıyla el yordamıyla da olsa toparlandı. İşçiler, “Hükümet istifa!” sloganları eşliğinde Türk-iş’i işgal ettiler. Bundan böyle eylemin merkezi Türk-iş olacaktı. Dağıtılmak istenen eylem büyümüş; politikleşmişti.
Ya bizimlesin, ya değil!İşgalle birlikte, işçiler Tekgıda-iş sendikasının yanında, Türk-iş’i de eyleme ortak ettiler. Elli sekiz yıllık geçmişinde Genel Merkez binasını ilk kez bu denli yoğun bir işçi kokusu sarıyor; her gün özenle temizlenen salonlar, cilalanan koridorlar, eylemci işçilerin kanı, teri ve eylem alanından taşıdıkları çamurla tanışıyordu. Tekel işçileri Türk-iş’in önüne sorunu çok net koymuşlardı: “ya bizimlesin, ya değil!”
Sekiz aydır toplanmayan Türk-iş Başkanlar Kurulu, 23 Aralık’ta olağanüstü toplanarak eylemi sahiplendi. Tekel işçilerinin talepleri karşılanıncaya kadar, 25 Aralık’tan başlayarak ve her Cuma ilave bir saat artırılarak iş bırakılacaktı. Ayrıca Türk-iş, “hükümet talimatıyla asgari ücret yerine sefalet ücretinin belirleneceği asgari ücret tespit komisyonlarına” katılmayı da reddettiğini açıklıyordu. 30 Aralık Başkanlar Kurulu toplantısından da bölgesel mitingler yapma kararı çıktı. Eylem, Tekel işçilerinin önderliğinde ülke sathına yayılıyor; çevresinde giderek genişleyen bir dayanışma ağı örülüyordu. Genel direniş, genel grev konuşuluyordu. İşçiler kararlıydı. Buna karşı, Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in yeni yılın ilk gününde 4-C’yi parlatarak yaptığı teklif, sermayenin de kararlılığında bir değişiklik olmadığını gösteriyordu.
İşçi sınıfı misyonunu bir kez daha hatırlattıTekel işçileri, eylemleriyle bütün dikkatleri üzerlerinde toplamış; sokağa kurdukları kürsünün, dostların yanında, her soydan ve boydan burjuva siyasetçisini ayaklarına taşıyan gücüne kendileri bile şaşmışlardı.
Eylemde böylesine “duru gökte çakan bir şimşek” etkisi yaratan neden, tek başına, ne verilmemiş kavgaların birikmiş enerjisi, ne de onca aldatılmışlığın doğurduğu öfkede bilenmiş, hayranlık uyandıran o kararlılıktı.
Asıl neden; eylemin, sermayenin kendi hareketinde açtığı kanıksanmış bir hesabın, neredeyse kanıksanmış kapanışına yapılan ilk sahici, kitlesel itiraz olmasında; ve bu itirazın kapitalizm, kendi sözcülerinin deyişiyle, “yüzyılda bir görülebilecek” bir krizle, tepeden tırnağa sallanırken; ilk sosyalizm kuruculuğunun yenilgisinin halen elverdiği ideolojik rantla, sermayenin bu krizi egemenliğine yönelik eşdeğer şiddette bir tehdit olarak algılamadığı koşullarda; toplumsal mücadelenin “politik alan” içine sıkışarak, kimlikler siyasetine indirgendiği, ulusal kavgaların sınıf mücadelesinin üzerini örttüğü bir yerde; “Krize rağmen sermaye egemenliğine karşı beklenen kitlesel karşı koyuşu gerçekleştiremediği” düşünülen ve tarihsel misyonundan umudu kesenlerin hiç olmadığı kadar çoğaldığı bir zamanda; yine ondan “Ne olduğunu ve bu varlık uyarınca tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını” bir kez daha dosta düşmana hatırlatan, işçi sınıfından gelmesindeydi.
Uyuyan devi uyandıracak kıvılcımlar *Belki “artçı” bir eylemdi, talepler kesimsel çıkarlar üzerine inşa edilmişti.
*Kuşkusuz kendiliğinden bir karakter taşıyordu ve bu haliyle manipülasyonlara da açıktı.
*İşçiler, sermayenin değişik fraksiyonlarına mensup sözcülerinin yanlarına gelerek, timsah gözyaşlarıyla verdikleri desteğin ikiyüzlülüğünün farkına varamıyor; CHP’sinden MHP’sine, onlara hak ettikleri yanıtı veremiyorlardı.
*Bugün ayaklarına koşarak gelen Baykal, daha dün kendileriyle aynı mücadeleyi yürüten sınıf kardeşleri Kent Aş işçilerine kulaklarını tıkayan o Baykal değil miydi?
*MHP’li ve BBP’li demagogları alkışlarken, kendilerine biber gazlı, coplu saldırının düzenlendiği Abdi İpekçi Parkında, yakın zamanda Kent Aş işçilerinin direniş çadırına saldıran faşistleri ne de çabuk unutmuşlardı?
*AKP karşıtlığı ile aldatılmışlıklarına, yurtseverlik söylemleriyle vatan konusundaki hassasiyetlerine tercüman olsalar bile, TKP’nin hemen iki adım ötelerinde düzenlediği dayanışma mitingine yeterince katılmalarını önleyen, “komünist” sözcüğüne karşı duydukları o önyargı değil miydi?
Başka kusur ve zaaflar, sorular bu listeye eklenebilir. Ama tüm bunların ötesinde ve üstünde, yadsınamaz bir başka gerçek var. Geçen on beş günün sonunda eylem, Tekel işçisi ile birlikte onları izleyen milyonlarca işçinin bilincinde, gelecek büyük mücadeleleri mayalandıracak şu kıvılcımları saçıyordu:
*En haklı talepler bile, eğer işçi sınıfından geliyorsa, karşısında devleti buluyordu.
*En sıradan talepler bile olağanüstü bir mücadeleyi; kazanmak ise daha fazlasını, bilinçli bir örgütlülüğü gerektiriyordu.
*İşçi sınıfına modern kölelik koşullarının dayatılması, kazanılmış hakların gaspı, şu veya bu burjuva siyasetin arasındaki farkın değil, sermayenin hareketinde ulaştığı evrensel uğrağın, kriz ve rekabet koşullarının, doğrudan zorunlu bir sonucuydu. Sermaye başka türlü yapamıyordu.
*Bu durumda, işçiler ya mücadele edecekler, ya da işsizliği ve sefaleti; en iyi olasılıkla da, sadakayla sürdürecekleri onursuz bir yaşamı seçeceklerdi.
Kazanmak mümkün!Kazanmak mümkündü, ama şimdi daha yüksek bir bilinci zorunlu kılıyordu. İşçiler, eylemlerinin bilinçli öznesi olmayı başardıklarında, muhtemel saldırıların önünü alabilir; zafere ulaşabilir; modern kölelik zincirlerini kırmaya yönelik daha büyük bir mücadeleyi tetikleyebilirler. Bunun yolu, geleceklerini kendi ellerine alarak, kararlılıklarını eylemin örgütlü inisiyatifine, merkezine dönüştürmelerinden geçiyor.
Tekel işçileri böyle yaptıklarında, “politika” ile “ekonomi” arasında bilinçlerde örülmüş o duvarı yerle bir etmenin somut bir örneğini vererek, sermaye egemenliğini alt etmenin; kendilerinkiyle birlikte insanlığın acılarına son vermenin biricik yolunu da eylemleriyle işçi sınıfına göstermiş olacaklardır.
(Sayı 5 Ocak 2010)
http://ekmekveozgurluk.net/*****************************************************
Dönem,birbirlerinin tavuğuna "kış" dememe dönemi.Dönem,benim de bir tavuğum olsun dönemi,bu tavuğunun yemini temin edenlerle,tavuğuna kış dedikleriyle bir olma dönemi.
Bahsi geçen yıllarda,ilkeli dürüst insanlar tavuk peşinde koşmadılar,bir tavuk sahibi olma pahasına birilerine karşı diyet borcu içine girmediler.Kaybedecek bir şeyleri yoktu çünkü böyle bir edinimi olmamıştı,böyle bir edinim yolunda,kendilerinin ve temsil ettikleri kesimin onurunu,şerefini,alınterini satmamışlardı.Temsil ettikleri kesimin paralarıyla,mersedeslere binmemiş,oteller yaptırıp sefa sürmemiş,sözleşme masalarında kuyruklarını kıçlarına kıstırmamışlardı.
İşçi haklarını sözde savunacak,yürüyüşlerinde en önde olacak kimseler,karşısında durdukları muhattaplarıyla öylesine maddi çıkar ilişkisi içine girmişler ki,temsil ettiklerini söyledikleri kesimlere karşı ihanetten hiç ama hiç geri durmaz hale gelmişlerdir.
Karşılıklı çıkar ilişkileri yeni Walesa'ların doğmasına engel.Tek çare işçi sınıfının,yeni Walesaları kendi içinden çıkartması.Bunun için de sınıfının bilincine varması.Karşısında ter döktüğü makinenin,tezgahın şalterini her açışta çarkların kimin için döndüğünün bilincine varması.
Edited by ebarah, 19.01.2010 - 14:14.