Öylece baktım uzayıp giden sokaklara... Ve savrulan kuru sonbahar yapraklarına… Bir koca mevsim çöpçülerin süpürgesine muhtaç, ortalarda ser sebil, darmadağınık… Ve çöp kamyonları usandı sonbaharı taşımaktan… Çırılçıplak bir sokak, hayasız, daha bir çirkinleşmiş sırıtan binalar. Üzerime üzerime gelen insan çığlıkları, kapıdan pencereden… Sessiz, hüzünlü duvarlardan sarkan, kendisini “duyan var mı” diye bakan çığlıklar. Bir “el uzatan” belki de bir “duyan” arar gibi…
Öylece bakakaldım bomboş uzayan, kıvrılan sokaklara ve yüksek, kirli binaların arasına sıkışmış gökyüzüne… Üstüme çöken ağır kurşundioksit’den, karbondioksit’den artakalan oksijeni içime çekmeye çalışarak yürüdüm yürüdüm. Akciğerimi düşündüm. Ve doyasıya içime çekemediği, havayı…
Durdum, bedenimin bir sonraki dakikaya beni yaşatabilmek için verdiği mücadeleye saygıyla baktım içimden. Kimseler duymadı onlardan başka “teşekkür edip, şükredişimi”. Bir kat daha fazla sevdim kendimi, hücrelerimi ve seni…
Vaz mı geçmeliydim hücrelerimden, yenilmeli miydi akciğerim? Kurşundioksidin, karbondioksidin ağır ağır, üstüme üstüme gelen hükümranlığına. Beni yaşatmak, var etmek için durmaksızın çalışan tüm sistemime; “Bir molekül oksijeni bile boşa harcama, çek ve kullan, pes etme” dedim. Beynimin, bedenimi yönetebilmek için %50 oksijene ve %50 glikoza olan sevdasını düşündüm. Bir kere daha, burnumdan geçen, nefes borumdan, broşlarıma ve kalbime, oradan da beynime, tüm varlığıma doğru yola çıkan; bir tek oksijen molekülüne borçlu olduğum mutluluğumu iliklerimde hissettim. Acizliğime yarı ağlamaklı…
Öylece bakakaldım savrulan kuru yapraklara… Hayranlıkla düşündüm ekosistemin yüceliğini, dinamizmini… Tazecik, yemyeşil, alımlı, nazlı bir yapraktı ilkbaharın dallarında. Oksijen üretti durdu, kirli havayı iliklerine çekerek, canından can kattı benim varlığıma. Ve o da yoruldu, sarardı, tükendi!.. Şimdi savruluyor öylece önümde…
İlkbaharın, yaz günlerinin bol oksijen dolu havasını soludukça, beynimin bolca ürettiği endorfin, dopamin, serotonin gibi tüm hormonlarımın ruhumu; daha bir iyimser, sakin, dirençli, canlı, mutlu, vurdumduymaz ve de biraz sevdalı yapan geçişlerini hatırladım bir an. Ve dondum sanki, ayağım asılı kaldı havada, basamadım ayaklarımın altında savrulan kuru yapraklara. “Çöp, atık, pislik, kirlilik” diye baktığım cahilliğimi küçümsedim; Meğer benim kahrımı çeken senmişsin; kıyamam basmaya, ağır bir görevin yorgunluğuyla tükenişi yaşarken sen, atmosferime depoladığın oksijenine muhtaçken ben, sana kör oluşuma kızdım. “Eyvahlar olsun Yuhhh bana…! “ dedim. Üzüldüm Ekolojiye duyarsızlığıma.
Ve anladım neden insanların ruhundaki çığlıklar duvarlardan sarkar ve kederlerine bir “el uzatan” arar. Yüzlerce bileşenle ağırlaşıp üstümüze çöken kirli hava, ruh mu bırakıyor varlığımızda, hayata direnecek… Sonbaharla birlikte insanlar; bunalımdan, kaygıdan, depresyondan, ataklarının arttığından bahsederler ve doldururlar psikiyatrların, psikologların, danışmanlıkların koltuklarını… Kurşundioksidin, havadaki kirliliğin; beyin hücrelerinde nasıl derin hasarlar bırakacağını, (otizm gibi) ve gittikçe artan sayıda ne çok insanın o koltuklara oturmak için sırada beklediğini bilmeden. Kaybettikleri iç huzurun kaynağını yeniden bulabilmek için son bir umutla…
Öylece bakakaldım evrenin dilinin “sevgi dili” oluşuna… Ve onunla kuramadığım gerçek bütünlüğe. Makro alemimden mikro alemime doğru akan sevgi pınarından utanarak. Tüm hırçınlıklarıma, katliamlarıma hoşgörüyle katlanmana ve görevini hep sevgi bilinciyle yapmana, daima “Benden yana tavır koymana” hayran oldum…
Senden öğrenecek ne çok şey varmış meğerse… Ekolojik mesajların birden beni seninle ve özümle bütünleştirdi…
Kuru bir yaprağın önünde saygıyla eğiliyorum…
alıntı..