NÛRCULUK DENEN MÂNEVİYÂT ÇÖPLÜÐÜ
II
(Ali İlbeye cevap)
Bu yazı aynı isimle yayınlanan makâleme bazı ilâveler yapıldığı için II. bölüm olarak adlandırılmıştır. Sebeb de Vakit denen paçavranın Internet sitesi Habervaktimde Ali İlbey isimli tarantula kafalı bir beyinsiz karacâhilin yazdığı Saîd-i Nursî Türk, Nihâl Atsız Değil başlıklı makâlesidir. Ben Vakit ve benzeri, kağıt sarfiyâtından başka bir işe yaramayan gazete müsveddelerini okumadığım için yazıyı odatvde gördüm. Câhillikten başka hiçbir sıfatı olmayan bu Nûrcu tâifeye mensûb olduğu anlaşılan Ali İlbey adındaki zavallı aklı sıra Kemalistleri ve Atsızı hedef alarak hem Atatürke hem de Türklere ve Türkçülüğe saldırıyor, hem de olmayan zekâsıyla Kürd Saîdin propagandasını yapıyor. Keşke kendisine böyle bir yazı yazmasını emredenler daha zekî birini seçselerdi. Ama tabiî henüz Beşerî Gelişme Endeksine bile dâhil edilmesi mümkün olmayan bir gürûhtan bunu beklemek abes olurdu.Demokrasi fikir hürriyeti olmaktan çıkıp ipe sapa gelmez fikirlerin hürriyeti olduğu zaman işler yolundan çıkar. Bilindiği üzre demokrasilerde nitelik (quality) değil, nicelik (quantity) aranır. Demokrasilerin kudret ve güzelliği, siyâsî irâdenin meseleleri tekrar yoluna sokmaktaki mahâretidir diyenlere söyleyecek söz bulamayız, ama eğer o siyâsî irâde de ipe sapa gelmez fikirlerin batağına, biraz da politik hesaplarla millî olmayan kuvvelerce itilerek saplanmışsa, ortada büyük bir problem var demektir. Buna başka bir münâsebetle belirttiğim gibi bir de demokrasilerin gitgide bir avâm hâkimiyeti hâline gelmesiyle zekâ ve seviyenin de düşmesi katılırsa, durumun fecâati daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. İpe sapa gelmez fikir derken elbette dini değil, ama onun zekâ ve seviyenin düşmesi sonucu siyâsîleştirilerek dejenere edilmiş hâli olan Nûrculuğu kasd ediyorum. En ilkel toplumlarda bile var olan din, insanların akıl ve bilimde ilerlemesi ile daha aklî olmuş ve çok Tanrıdan başlayarak daha az Tanrıya doğru gerileyerek son olarak tek Tanrıda karâr kılmış ve bazılarına göre de tek Tanrı ile gerçek sayısına iyice yaklaşmıştır. Din müessesesini artık ilim ve teknolojinin her alanda hâkim olduğu 21. yüzyılda aklın kabûl edemeyeceği hurâfelerden, saçma inançlardan arındırarak tamâmen şahsî vicdan meselesini hâline getirmek, tartışma konusu olmaktan çıkarmak ve din hakkındaki yazıları sâdece konunun uzmanı olan kişilere bırakmaktan başka çâre kalmamıştır. Yoksa kara câhil bir Kürdün başlattığı Nûrculuk ve benzeri tarîkatler vasıtası ile Türkiyenin altı oyulmakta ve çökertilmeye çalışılmaktadır. İlkel bağnazlıkları ile altını oydukları Türkiye çöktüğü zaman enkâzın altında kendilerinin de kalacaklarını fark edemeyecek kadar ahmak olan bu tâifenin şimdiyedek verdiği zarâr herhâlde fecâat sınırlarını çoktan aşmış olmalı. Maalesef bu ahmaklığa kendi kültürünün yok olduğunu fark etmeyen binlerce Türk ortak olmaktadır. Bunun en belirgin sebeblerinden biri milletleri millet yapan ortak bir birleştiricinin, yâni bir ülkünün olmamasıdır, yâhut da var olanın yok edilmiş olmasıdır. O ülkü olmayınca da yerini ipe sapa gelmez fikirlerin doldurması kaçınılmaz olur. Bu her millet için geçerlidir. Nûrculuk denen hezeyân işte bunlardan biridir.
Pekiyi, Nûrculuk nedir? Nûrcular kimdir? Nûrcular, aralarında avam tabakasından aydına kadar içinde her türlü adamın bulunduğu, Saîd-i Nursî adında bir câhil Kürdün peşine takılmış bir gâfil sürüsüdür. Nûr risâlesi talebeleri adı verilen bu sürü, Kürd Saîdin Kürd hammal Türkçesiyle yazdığı risâleleri toplanıp okuyan ve aydınlandığını sanan bir zavallılar yığınıdır. Şafiî mezhebinden olan bu Kürt kendisine Bedîüzzamân, yâni zamanların hârikası demekte, mürîdleri de onu bu adla yüceltmektedirler. Adamda tevâzû denen kavram hak götüre. Zâten hayatını inceleyenler bu kör câhil Kürdün kendisine ne yalanlar ve dolanlarla, ne gibi sahtekârlıklarla ne pâyeler biçtiğini hemen göreceklerdir. İlgilenenlere önce Turan Dursunun kitabı Müslümanlık ve Nûrculuk, Istanbul, 1996, Kaynak Yayınları ile Yeni Hayat dergisinin kasım, aralık 1996 nüshaları ile şubat, mart 1997 nüshalarında Bilge Orhonlunun Nûrculuk hakkındaki bir dizi makalesini tavsiye ederim. Onun için hayâtı hakkında burada teferruâta girmeyi gereksiz buluyorum. Ama iki husûs önemlidir.
Birincisi Kürd Saîdin tımarhâneye girmiş olması, ki bunu kendi ifâdesinden biliyoruz. Kürd Saîd 1907 yılında Istanbula ikinci gelişinde Abdülhamîde hitâben saraya bir dilekçe verir. Dilekçede kullandığı ad da tevâzûa lüzûm görmediği için Molla Saîd-i Meşhûrdur. Bu dilekçe Şark ve Kürdistan gazetesinin 19 Teşrîn-i Sânî [kasım] 1908 târihli ilk nüshasında yayınlanmıştır. Adında Kürdistan kelimesi geçen bu yayın organının daha ilk sayısında yazısının tanıtımında Bedîüzzamân Molla Saîd Efendi Hazretleri olarak takdîm edilen Kürd Saîdin Kürtçü çekirdek bir kadronun içinde yer aldığı belli oluyor (Malmîsanij, Saîd-i Nursî ve Kürt Sorunu, Istanbul, 1991, s. 84, Doz Yayınları). Dilekçesinde Türkiyenin doğusundan Kürdistan diye bahs eden Saîd, her ne kadar Kürdistanda okullar açılmış ise de gönderilen öğretmenler Türkçe ders verdiklerinden bundan sâdece Türkçe bilenlerin faydalandığını, bölge halkının Kürtçe konuşanlarına bu okulların bir faydası olmadığını, buralarda Kürtler için de okullar açılmasını ve Kürtçe eğitim yapılmasını teklif ediyor. Yâni bölge halkını Türkler ve Kürtler diye ayırarak Kürt ırkçılığı yapıyor. O günden bu güne isteklerde değişen bir şey olmadığının göze çarpması ise ayrı bir konu. Tek fark, Kürt Saîdin bu dilekçe üzerine emr-i şâhâne ile tımarhâneye gönderilerek müşâhede altına alınmış olmasıdır. Nasıl ki zamân-ı istibdâtta tımarhâneye düştüm, dîvânelerin hükmüne konuldum...........ben dîvâneliği kabûl ettim. Şâhit olunuz ki, böyle akıldan istifâ ediyorum, dîvâneliğimle iftihâr ediyorum. Ey Kürdler, tımarhâneyi bunun için kabûl ettim. Kürdlüğü lekedâr etmemek için irâde-i pâdişâhiyi, maâşını, ihsân-ı şâhâneyi kabûl etmedim (İsmâil Göldaş, Kürdistan Teâli Cemiyeti, Istanbul, 1991, Doz yayınları, s. 30). Saîd burada da kendine pay çıkarmaya çalışarak pâdişâhın kendisine başlamak istediği maâşı red ettiğini söylüyorsa da bunun söz konusu olması mümkün değildir. Meczûb yerine koyarak onu tımarhâneye sokan kuvvet her hâlde kendisine bir de maâş bağlayacak değildi. Şimdi gelin bu tımarhânelik zırdelinin yumurtladığı nânelerden bir kaçına bir göz atalım:
- Risâle-i Nûr düşmanları teslim olmak zorunda bırakan elmas bir kılıçtır.
- Risâle-i Nûr girdiği yerleri mübâreklendirmiş, bu arada bir ilimizi, yâni Ispartayı mübâreklik makâmı kazandırmıştır. (Cümle düşüklükleri bana âit değildir.) Eski zamanların mübârek kenti Şâm-ı Şerîfin mübârekliği Risâle-i Nûr vasıtası ile Ispartaya nasîb olmuştur. ......... Onun için bu vilâyetin bütün insanları, hattâ dinsizleri bile beni ve Risâle-i Nûru savunmak zorundadırlar.
- Risâle-i Nûr Kurânın bir aynasıdır. Bir mûcize durumundadır.
- Ölüm hakîkatinin muammâsını yalnızca Risâle-i Nûr çözmüştür.
- Nûr risâleleri içinde bâzıları birer hârikadır.
- Risâle-i Nûrun bölümlerinden bâzıları altı saatte yazıldıkları hâlde en güçlü dindâr filosoflar o parçaları altı günde bile yazıp meydana getiremezler.
- İkinci Dünyâ Savaşına katılmamızı önleyen Risâle-i Nûr olmuştur.
- Diğer yaratıklar nasıl Risâle-i Nûr ile ilgileniyorsa, kuşlar da ilgilenir elbet onunla.... Kuşlar Risâle-i Nûru başarılarından dolayı tebrîk edip alkışlarlar.
- Risâle-i Nûr çekirgelerden, serçelerden, güvercinlerden, kısacası hayvanlardan (hayvan kelimesinin tefsîrini okuyucunun muhayyelesine bırakıyorum. B. A.) başka yer küresini, hattâ hava tabakasını bile kendisiyle meşgûl etmektedir.
- Risâle-i Nûr Kurân-ı Kerîmin en hakîkî tefsîridir.
- Risâle-i Nûrdan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkebler, şehîtlerin kanından daha üstündür. Risâle-i Nûra yapışmak sûretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamânda yüz şehît sevâbından daha çok sevâb kazanırlar.
- Risâle-i Nûru okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez.
- Risâle-i Nûra itîrâz edilemez. Yapılacak bir itîrâz en ulu kişilerden, Kutb-u Âzamdan da gelse aldırış edilmemelidir.
Bu ve benzeri saçmalıkları uzatmak mümkün. Yukarıdaki incileri (!) Tûran Dursunun adı geçen eserinin 40 ilâ 62. sayfalarınan rastgele aldım. Yazar belli ki söylenenleri daha anlaşılır hâle getirmek için çetrefil Kürt hammal Türkçesiyle yazılanları sâdeleştirmiş. Dursun kitabında Kürt Saîdin çelişkilerini, mürîdlerinin bu câhil deliyi ne için ve nasıl övdüklerini vs. ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Nûrculuğun ne mene bir ahmaklık olduğunu öğrenmek isteyenler için vaz geçilmez bir kitaptır, şâyân-ı tavsîyedir. Sâdece bir misâl olsun diye Tûran Dursunun kitabının 13 sayfasında Kürt Saîd için söylediklerini tekrâr etmek kâfidir sanırım:
Saîd-i Nursîyi kısaca anlatmak gerekirse şöyle denilebilir; Saîd-i Nursî, karanlık emellerini gerçekleştirmek için dînimizi âlet eden, gerçekte dînin temel ilkelerine bile inandığı şüpheli olan riyâkâr bir insan olarak yaşamış ve hayâtının sonuna kadar bu tutumunu sürdürmüştür.
İkinci önemli husûs ise Kürt Saîdin bir Kürt milliyetçisi olduğudur. Bu adamın 1327 (=1909) yılında Istanbul Vezîr Handa bulunan İkbâl-i Millet Matbaâsında basılmış İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yâhut Dîvân-ı Harb-ı Örfî ve Saîd-i Kürdî adlı 48 sayfalık bir eseri vardır. Kendisi de burada ayrıca Kürt olduğunu açıkça belirtmektedir. Eserin editörü de Kürdîzâde Ahmed Râmizdir. Eserin hâtime kısmı Kürt Saîdin nasıl Kürt milliyetçiliği yaptığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Her zamân olduğu gibi çapraşık ve ağdalı bir dille yazılmış olan bu kısım şöyledir:
Ebnâ-i cinsime (soydaşlarıma) burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtamâm (eksik) kalır. Ey Âsûrîler ve Keyânîlerin cihângîrlik zamânında pişdâr, kahramân askerleri olan aslan Kürtler! Beşyüz senedir yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağma edecektir. Hikmet-i ilâhî denen makine-i âlemin nizâmı ve telgraf hattı gibi umûm âleme mümted ve müteşâib kânûn-i nûrânî-i ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-ı ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış size emr ediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zâyî olan hamiyyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhîd ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüziyyeleri gibi câzibe-i umûmî-i millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvîr ederek şems-i şevket-i islâmiyye ve Osmâniyyenin mevkîbinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesini ittibâ ile muvâzene ve âheng-i umûmiyyeyi muhâfaza ediniz.....
Bu lâf kalabalığı böylece devâm edip gidiyor. Türkçesi kısaca şöyle:
Ey Âsûrlular ve Ahemenîdlerin cihângîrlik zamânında onların öncüleri ve kahramân askerleri olan aslan Kürtler! Beşyüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrâsında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen, âlem makinasının nizâmı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrının nûrlu kânûnunun kurucusu olan ilâhî hikmet ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emr ediyor ki, ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikri ile birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük câzibelerden bir umûmî ve millî câzibe teşkîli ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünyâ gibi döndürerek İslâm ve Osmânlı şevket güneşinin mevkîbinde parlak bir yıldız gibi câzibesine uymakla muvâzeneyi ve umûmî âhengi muhâfaza ediniz.
Bu acemîce bir araya getirilmiş lâf salatasının daha başında anlaşılacağı üzere Kürt Saîd bütün Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrâfında birleşmeye çağırmaktadır. Yazının devâmı okunduğunda da başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu tevîl ve tefsîr edilemeyecek kadar açıktır. Yâni Kürt Saîdin bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu anlamamak için ahmak veyâ hâin olmak gerekmektedir. Eğer Atsızın 7 Mart 1964 târihli Ötüken dergisinin 109. sayısında neşr edilmiş olan Nûrculuk Denen Sayıklama isimli makâlesinde de ifâde ettiği gibi Kürt Saîdin amacı geri kalmış Kürtleri kalkındırmak olsa idi, o zamân Bilgi sâhibi olun, okuyun vs. demekle yetinir, kimsenin de buna bir îtirâzı olmazdı. Ama sen kalkacaksın, ilkel bir dil olan Kürtçeyi edebî bir dil olan Türkçeye karşı tavsîye edeceksin, meşrûtiyetin memlekette sebeb olduğu sarsıntıdan ve otoritenin gevşemesinden istifâde ederek kendi cemâat gâyelerini gerçekleştirmek isteyen Hristiyan tebaalar gibi bir Müslümân kardeş (!) olarak imparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri arkadan vurmaya çalışacaksın, kendine târih ve şeref uydurma ihtiyâcında olan bütün ilkel cemâatler gibi bir roman kahramânı olan Zâloğlu Rüstem ve sâdece anası Kürt olan Selâhâddîn Eyyûbîyi birer Kürt kahramânı diye empoze etmeye çalışacaksın, Kürtlerin mevhûm meziyetlerini ileri süreceksin ve onlara devlet kurdurmaya çalışacaksın, devletin buna müsaade etmeyeceğini anlayınca da 180 derece çark edip Saîd-i Kürdî adını Saîd-i Nursî yaparak Nûr Risâleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalarla bir dîn mürşîdi olmayı başaracaksın. Bravo doğrusu!
Fakat sahtekârlık burada bitmiyor. Yukarıda kısaca ilk paragrafını verdiğimiz hâtimenin Sözler Yayınevi tarafından yayınlanan 1960 ve 1978 baskılarındaki metin ilk metinden farklıdır. Ebnâ-i cinsime olmuş size Vatandaşlarıma ve kardeşlerime, Ey Âsûrlular ve Ahemenîdlerin cihângîrlik zamânında onların öncüleri ve kahramân askerleri olan aslan Kürtler! olmuş size Ey eski çağların cihângîr Asya Ordularının kahramân askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim, orijinaldeki 4. paragraf tamâmen kaldırılmış, 6. paragraftaki Rüstem-i Zâl ve Selâhâddîn Eyyûbî gibi Kürt kahramânlarıyla lâfı, felâket bir zırvalama ile olmuş size Selâhâddîn Eyyûbî ve Celâleddîn Harzemşâh ve Sultân Selîm ve Barbaros Hayreddîn ve Rüstem-i Zâl. Yâni Nûrcular zırvayı bile tevil ederek dansözlere dil ısırtan bir kıvırtmayla cibiliyetlerinin, ahlâklarının ve müslümânlıklarının (!) gereğini hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Bu arada Kürt Saîdin İkinci Meşrûtiyetten sonra İttihâd ve Terakkî içine girmeye çalışmasını da söylemek gerekir. Bundan maksad tabiî tarafdâr olması değil, hayâl ettiği Kürdistan için bir takım haklar elde etmekdi. Aynı zamânda da Abdülhamîde muhâlif bir harekete katılmış olmakdı. Saîd daha o zamân ırkçılığını yakınlaşmalarıyla ortaya koymaktadır. Abdullah Cevdete yakınlığı ve Ziyâ Gökalpe mesâfesi bunun bir tezâhürüdür. Saîdin Şark ve Kürdistan, Kürt Teâvün ve Terakkî Gazetesi, Volkan, Tanîn, Serbestî, Mizân, Misbah gibi gazetelerde Kürtler hakkında epey yazı yazdığı bilinen bir gerçektir. Yâni Kürt Saîdin herkesin inandırılmaya çalışıldığı gibi bir dîn âlimi filan değil, düpedüz bir Kürtçü olduğunu her fırsatta tekrâr etmekte fayda var. Netekim kendini yakın hissettiği Abdullah Cevdet, Kürt Teâvün ve Terakkî Cemiyyeti adı altında başlayan harekete daha Mısırda iken Kürt Saîdin Meşrûtiyet sebebiyle verdiği hutbeleri İctihâd Matbaâsının Istanbul şubesinde bastırarak destek vermiştir. Şükrü Hanioğlu Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi (Istanbul, 1982, Üçdal Neşriyat) isimli kitabının 315inci sayfasında şöyle demektedir: Ayrıca siyasal ve felsefî açıdan Abdullah Cevdetin uyuşmasının imkânsız olduğu Said-i Kürdî gibi bir kişiye yardımcı olmasının tek nedeni de bu boyut Hanioğlu burada etnik boyutu kasd etmektedir. B. A. olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki Kürtlüğünü her dâim ön plana çıkaran Saîd, Ziyâ Gökalpe düşmanlık besleyecek ve Bir kelle soğanı bir Kızılelmaya değişmem cevherini yumurtlayacaktır (Göldaş, age, s. 31). Türk düşmanlığı eğer böyle ifâde edilmeyecekse, daha nasıl ifâde edilecektir, bilemem.
Saîd-i Kürdîyi 21. asrın en büyük İslâmî düşünürü zanneden bâzı Bâb-ı Âlî geri zekâlılarını bir yana koyalım, Şerif Mardin gibi profesörlerin dahî Özdemir İncenin Hürriyetteki 9 Nisan 2008 târihli makalesinde kullandığı isâbetli tâbirle, bu câhil Kürde kitaplarıyla kalfalık etmeleri her türlü ilmî ahlâka aykırı olduğundan maâdâ utanç vericidir. Profesör Mardin bu Kürdü bir filozof, bir dîn âlimi olarak takdîm etmektedir. Eğer Şükrü Hanioğlunun bahs ettiği etnik boyut burada da bir rol oynamakta ise takke düşmüş, kel görünmüştür.
Bundan gayrı hükûmetin başının demokrasi açılımı adı altında başlattığı ve benim şahsen henüz anlayamadığım süreç hakkında konuşurken Saîd-i Kürdîyi de anmış ve bu Kürdün adı geçer geçmez ortalığı bir alkış tûfânı kaplamış. Uzun yıllardır Kanadada yaşadığım için biliyorum; bizim Eskimo dediğimiz ve Kanadanın kuzey kesimlerinde yaşayan yerliler köpeklerini tam olarak doyurmaz, yarı aç bırakırlar (dı). Daha iyi söz dinlesinler diye. Açlığı eğer maddî değil mânevî açlık olarak anlar ve bilgi ve millete mâl olmuş sâir değerlerin topu birden olarak mütâlaa ederseniz, ne demek istediğim açıkça ortaya çıkar.
Pekiyi, hangi dağda Kürt (!) öldü de Saîd-i Kürdî 23 Mart 1960da dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikâl ettiğinde 19 yaşında bir tıfıl olan Fetullah Gülen Saîd-i Kürdînin yerine nâib tâyin edildi? Kim etti? Neden bu kadar zamân geçsin diye beklenildi? Vs. vs. Fetullah Gülen hakkında epey yazıldı çizildi. Daha da yazılıp çizilecek elbet. Ama hakkında doktora tezi yazılacak kadar bilgi bulunan bu adam hakkında doğru dürüst bir araştırma benim bildiğim kadarıyla yapılmış değil, yapılanlar ise eksik ve yabancı kaynaklı. Onun için neden dini istismâr edip cebini dolduran beyni kefenli softalar yakalanmalarına ramak kala Suûdî Arabistan veyâ başka müslüman ülkelerden biri yerine ya Avrupaya kaçar, ya Amerikaya çok merâk etmişimdir. Batı hakkında mânevî açlık çektiklerinden mi acep?
Asıl şaşılacak nokta bu tarantula suratlıların davranışı değil, çünki onlar cibiliyyetlerinin îcâbını yerine getirmektedirler, ama binlerce, hattâ onbinlerce Türkün bu câhil adamların peşinden gidip onların hâinâne öğreti ve öğütlerine körü körüne boyun eğmeleridir. Saîd-i Kürdînin cehâletini yukarıda açıklamaya çalıştım. Pekiyi de daha ilkokul diploması bile olup olmadığından şüphe edilen diğer bir câhil olan Fetullah Güleni Amerikalı ve Avrupalı sâhiblerinin bir âlim mertebesine yükseltmelerine ve buna kerâmet Batılı ağızlardan işitildiği için dangalakçasına inanan Etrâk-ı bîidrâk tâifesine ne buyurulur? Kanını, soyunu inkâr edenlere veyâ Fetullah gibi buna başka bir devlet eliyle âlet olanlara dünyânın neresinde hoş gözle bakılmıştır? Elbet bir milleti çökertmek için o milletin içinden çıkacak hâinlere ihtiyâc olacaktır. Ve elbet bunlar iplikleri pazara çıktığı zamân hizmetinde bulundukları ülkelere kaçıp sığıntı olarak süflî hayatlarını orada yaşayacaklardır. Bunların doğdukları topraklara dönebilmeleri ancak hizmet ettikleri devletlerin hedeflerine nâil olmalarıyla mümkündür. Bu sapıkların sâdece kanlarından değil, vicdanlarından da şüphe etmek gerekir. Ama tabiî vicdan insanlara mahsûs bir kavramdır.
Uzun lâfın kısası Kürtçülüğün hizmetinde olan Nûrculuk denen mâneviyât çöplüğünün İslâmiyet ile alâkası yoktur. İslâmiyet asırlar boyu âlimlerini yetiştirmiştir. Dolayısı ile İslâmiyetin Kürt hammal Türkçesiyle yazı yazan Saîd-i Kürdî ve Türkçeyi Ermeni şîvesiyle konuşan Fetullah Gülen gibi kerâmeti Amerikadan menkûl İslâm âlimi geçinen maskaralara ihtiyâcı yoktur. Olsa olsa Amerikan dış siyâsetinin Türkiyede hedeflerine varabilmek için kerâmeti Washingtondan menkûl bazı maskaralara ihtiyâcı vardır. Ali İlbeyin bunlara dâhil olduğu belli oluyor.
Makâlesinin başında Saîd-i Kürdî ile Atsız ile kıyasdan edep ederim demiş. Elbette edeceksin! Profesör Köprülüye asistanlık yapmış, Zeki Velidî Toganın talebesi olmuş, Türk Târihi ve Edebiyâtı sâhalarında uzman olan birisiyle tımarhâneye girmiş çıkmış hammal kılıklı alelâde bir Kürd kıyâs mı edilirmiş? Aslında aklını İslâmla bozmuş bu zâta cevap vermek bile onu adam yerine koymak olacağından lâfı uzatmaya gerek yok. Sırf siyâsî çıkarları için târihi bile tahrif ederek İslâmdan önceki Türklüğü red eden, agnostik ile deistin anlamlarını bilmeyen, müslüman olan Türklere Türk denir denir gibi dangalakça bir ifâde ile müslüman olmayan Türkleri bir çırpıda inkâr eden, pozitivist lâ-dînî Türklük gibi ne idüğü belirsiz bir kavram ortaya atan bir Kürd mürîdine dense dense sek be-sahrâ denir. Buradaki asıl niyetim bir müsveddeye karşılık vermek değil, Nûrculuk denen hezeyânın ne olduğunu ortaya koymaktı. Yukarıda yazdıklarım maalesef genellikle bilinmiyor ve bu gerçeklerden habersiz Türk gençlerinin Nûrcu gürûhun yaydığı zehirlerle, yalanlarla, riyâ ve sahtekârlıklarla kafası karıştırılıyor, kendi târih ve kültüründen uzaklaştırılıyor. Bunun getireceği fecî sonuçları hesaplamak için matematik profesörü olmaya gerek yok. Neden Atatürke ve Türklüğe gönül vermiş insanlara saldırdıkları belli olmuyor mu? İt korktuğu tarafa havlar diye bir atasözümüz var. Bittecrübe sâbittir.
Türklük denen ummânı kıçınla kirletemezsin Ali, kafanı sok kafanı.
Dr. Buğra Atsız
Kaynak