Çok uzun zamanların ardından, yine kendimi harabeye attım. Nedense genelde kendimi bir çeşit harabe gibi hissettiğimde burada buluyorum kendimi.
Belki önceden açılmıştır içine dahil olabileceğim bir konu. Belki burda gereksiz başlık atarak, bir gereksizlik yapmışımdır. Ama tüm konuları okuyamayacak kadar yazasım var şu anda. Eskiden günlük yazardım, ya da mektup. Onlar kadar gerçekçi değilmiş o zaman ki yazdıklarım. Elle tutulan o mektuplar, günlükler aslında kendi yarattığım melankolileri taşıyormuş sadece. Oysa şimdi herşey sanallaştı. Sanallaşan bu dünyada, daha gerçekçi hisler, daha olgun sıkıntılar içindeyim. Bir ters orantının zirvesindeyim. Ya yanlış zamanda doğdum, ya da internet çok erken keşfedildi...
Aslında amacım sanal alemden kaçmaktı. Yüzüm eskimişti. Yenilenmem, özlenmem gerekirdi. Ama nasıl bir dünya ise bu, sanaldan kaçıp sanala geldim gene. Çünkü artık yazacağım mektupları okuyacak, ya da benim yazdıklarıma cevap verecek eski kafalı romantikler kalmadı. Herkesin ipliği sanalda artık.
Niye geldim ben gene bu klavyenin başına. Saatlerce yazmak, yazmak, yazmak için. Microsoft Word le sınırlı kalmasın istedim yazdıklarım. Zaten Word benim için resmi işler dökümanı, tez sayfası, yahut dilekçe örneği oldu artık. Onu görünce mesai moduna geçiyorum. Oysa şu an da, Sidney'de, bir kış günü, mesai biteli epey olmuş bir akşam saati.. bilinen zamanların ve mevsimlerin aksine. Çayımı almış, sadece ve hep bana ait olan sallanan koltuğumda, tüm sallantıya rağmen dökmeden çayımı yudumlayabilmekteyim. Kendimle gurur duyuyorum. Üniversiteden beri yani yaklaşık 12 senedir profesyonel bir içiciyim. Çay demek ben demek vesselam. Ve İlhan İrem potpori yapar benim için...
Neydi beni yine bu yazmaların başına getiren gene. Yalnızlık, hayata dair derin hisler, sıkıntılardan çok... Bir konuşma ihtiyacıydı muhtemelen. Dilsiz bir konuşma. Ama haykıran, bağıran, kavga eden yahut dinlendiren bir masal gibi.
Hayatta birçok şeyi becermiş bir kişilik olarak, hiç beceremediklerimin neler olduğunu son zamanlarda farketmiş, bunu yeni hazmediyorken, becerip sandıklarımı becerememiş olmanın verdiği yeni moda şokla yeniden döndüm kısır döngümün başına. Bu da ne demek? Çok karmaşık cümleler kullandığımın farkındayım. Aslında anlattıkları çok basit. Ama çok düşünmenin verdiği bir sonuç bu. Hisleri süslemek, ima etmek ve hiç olmadıkları kadar karışık anlatmak. Peki. Daha açık yazmalıyım. Hiç beceremediğim şey sevdaydı. Yani kamyon arkası yazıları gibi ölümüne cesurca sevdik en arabeskinden. Ama doğrusu yoktu içinde. Olmazlara sürüklenmekte üstüme yoktu. Haydi ona alıştık derken. En kötüsü, beni herşeyden çok yaralayan, bir sevdadan bile daha çok içime oturan.. Dostluklarla ilgili olan kısmıydı becerilmiş görüntüsü altında olan beceremediklerim... Sevdalar birer yolcu gibi gelip geçiyordu elde olmayan nedenlerden dolayı. Ama hep kalıyordu dostlar, dostluklar. İşte bu yüzden çok önemliydi. İnsan sevdalısı ile bile güç savaşına girerdi yeri gelirdi. Ama dostlar öyle değildi. Kardeş gibiydi insana. Zaafları, gözyaşlarını rahatça döktüğün bir ağlama duvarıyla kimi zaman. Ya da günah çıkardığın bir papazdı. En haytalıkları, aşırılıkları yaptığın bir eğlence kutusuydu. Annenin, babanın, kardeşin, sevgilinin yerine konmayan, kendine has özel bir konumu olan bir şeydi. Hala da öyle aslında. Ama insanın dostları anlamazsa kendini, hani el oğlu nasıl anlar? Herşeyini bilen bir insana anlatamamışsan kendini, hangi sevda paklar bu yüreği?...
Yüreğinin en kuytu boşluklarına düşmüşsen, kim çıkarır seni?
Edited by kar tanesi, 27.07.2011 - 15:04.